Avrupanın 50 Büyük Yalanı
Abone olMustafa Armağan Avrupalıların yalanlarını, kendi kaynaklarında yakaladı.
Mustafa Armağan'ın son kitabı “Avrupa'nın Elli Büyük
Yalanı”, Avrupa hakkında bilinen resmi tarihin sınırlarını
altüst edecek tezlerle yayımlandı. Kitap, Avrupa'nın gerçeklik
olarak ortaya sürdüğü bilgilerin, aslında hiç de doğruluk
taşımadığını, bilakis kendi imajını koruma altına almak için
sürekli gündemde tutulan uydurmalar olduğu iddiasını taşıyor.
Tarihi olayları kendine has üslubuyla inceleyen, belgelere ve
arşivlere dayalı araştırmalarıyla Osmanlı tarihi, yakın tarih,
şehircilik üzerine kitaplar ortaya koyan Mustafa Armağan, bu kez
üslubuna hafif bir ironi de katarak, Avrupa'yı karşısına alıyor.
Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı'nda, Batı etrafında efsaneleşmiş, bir
mit haline gelmiş inanışları, yine o bilindik kuşkucu yaklaşımıyla
yeniden sorguluyor. Kitabın giriş bölümünde, bu çalışmayı ortaya
koymasındaki en önemli unsurun hayret etmek olduğunu söylüyor.
Artık bir dogma haline gelmiş bilgilere dahi kuşkuyla
yaklaşmanın mümkün olduğuna, insanın hayret edebilme melekesini
sürekli diri tutması gerektiğine vurgu yapıyor Mustafa Armağan.
Hayret etmek insanı düşünmeye kışkırtan bir özellik. Düşündükçe de
insan kendisine doğrultulan ne kadar fikir varsa, onları almadan
önce bir sorgulama yoluna gider. O zaman nasır tutmuş ne kadar
"gerçek" varsa yeniden tartışmaya açılır, yeniden o gerçeklere
isimler verilir.
Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı beş bölümden oluşuyor.
Avrupa Bilmecesi, Avrupa'nın Yalanları, Amerika'yı Kim Keşfetti?,
İflas Eden Tanrıça ve Çağdaş Bilimsel Mitoloji. Kitabın ilk
kısmında uzunca Avrupa'nın coğrafi aidiyeti tartışılıyor. Ardından
İslam medeniyetinin, tarihi, kültürel açıdan Avrupa üzerindeki
etkilerine sözü getiriyor Armağan. Bu satırlarda daha çok,
Avrupa'yı bilimsel açıdan "ayrıcalıklı" kılan buluşların kaynağında
yatanın İslam sanatı olduğu tezini sunuyor.
Diyor ki: "Avrupa ve İslam ilişkileri, 'Doğu-Batı Çatışması' veya 'Uygarlıklar Çatışması' şeklinde düşmanlık çerçevesinde yeniden üretmek yerine, alış-veriş ve etkileşim ağının temasları ve temassızlıklarının diyalektiği noktasında ele alınmalıdır. Daha doğrusu, Küresel Tarih'in yakın unsurlarının etkileşimleri şeklinde.
Eğer Gotik mima-rinin İslam'ın eseri olduğunu ya da Venedik'teki San Marco meydanının mimari dizaynının Şam'daki Emevi Camii çevre düzenlemesinden etkilendiğini; Müslümanların Avrupa'ya İspanya ve Portekiz kanalıyla sadece bilimsel ve felsefî abideleri değil, aynı zamanda sulama teknikleri ve tarım yöntemlerini de miras bıraktıklarını, daha önemlisi, 'polity', yani birlikte yaşama pratiğini bir tohum olarak diktiklerini görmezden gelirsek, ne Avrupa'yı, ne de "biz"i anla-ma imkânını bulabiliriz.
Bugün Avrupa'nın 18. yüzyıldan bu yana içine girdiği 'kısa
devre'nin tamiri de İslam'la yeniden yüzleşerek mümkün olacaktır.
Çarpıtılmış geçmişin salimen hatırlanmasıyla elbette…"
Yine bu bölümde Osmanlı'nın kendini Batı'ya kapattığı iddiasına bir
karşılık veriyor yazar: "Osmanlı'nın kapılarını Avrupa'ya kapadığı
söylenir. Bu lafları edenler nedense 'dil oğlanları'nın varlığını
unuturlar. Tercüman olarak istihdam edilen dil oğlanları Hıristiyan
kökenlidirler; kabiliyetli olanlar saraya alı-nır, orada bir
Osmanlı olarak eğitilir ve yönetimi Avrupa ahvalinden haberdar
ederlerdi. Mesela Macar kökenli olup Murat adını almış bir dil
oğlanı, entelektüel ilgileri de gelişmiş biri olmalı ki, Romalı
filozof Çiçero'nun De Senectute adlı eserini Türkçeye çevirmişti.
Hem de ne zaman? Daha 16. yüzyılda!" sözleriyle büyük bir yalanı
ifşa edip, örnekleme yoluna gidiyor.
Söylemin kendisinin zamanla bir gerçekliğe dönüşmesi meselesi
üzerine kurulmuş bir kitap bu. Tarihin akışı içerisinde insanların
nalıncı keseri gibi ellerinde imkân oldukça olayın aslını,
menfaatleri gereğince bir gerçeğe yonttukları görülmüştür. 19.
yüzyılda Avrupa'nın ekonomik istikrarı, bilime, sanata yansımış bu
da Avrupa dışı toplumların üzerinde yeni ve yersiz söylem hakkına
dönüşmüştür. Mustafa Armağan'ın da belirttiği gibi söylemin kendisi
olup bitenleri yutuyor. Gerçekten varolmuş hadiselerin mahiyetine
bakmaktansa, Avrupa dışında kalmış toplulukların psikolojik bir
yenilmişliğin getirdiği duyguyla söylemin kendisine aldandığını
görüyoruz.
Yunan Medeniyeti:
Romalı romantiklerin icadı
Kitabın ikinci bölümünde Yunan medeniyetinin Romalı romantikler
tarafından icat edilen bir şey olduğunu, Manga Carta Sözleşmesi'nin
bilinenin aksine ilk demokrasi metini olmadığını, o sözleşmenin
düpedüz demokrasi adına bir gericilik olduğunu, Rönesans'ın ve
devrimlerin zannedildiği gibi içlerinde bulunduğu toplumları refaha
kavuşturmadığı tezleri tartışılıyor.
Kitabın son bölümlerinde bilimsel atılımların ve bilim adamlarının
kaynaklarının doğu toplumlarında yaşamış bilgelerden alındığını
savunuyor Mustafa Armağan. Kitabın en önemli özelliği de her
yazının sonunda bir kaynakçanın olması ve iddia edilenlerin
ekseriyetle Batılı bir bilim adamının yazdıklarından referansla
söyleniyor olması. Kitabın belli kısımlarında da buna değinen
Armağan, "Bunu biz söyleseydik adımız gericiye çıkardı." yollu
ifadelerle, savunduğu tezlerde yalnız olmadığına dikkati çekiyor.
Kitabın son kısmında harita çizimi hakkında da görüşlere yer
veriyor yazar.
Haritaların masum olmadığını, Avrupa'nın emperyalist zihninin
harita çiziminde de sürdüğünü ifade ettikten sonra "Kendi toprağını
bir yarımada iken bir kıta olarak görüyor da Avrupalı, kendi sözde
'kıta'sının toplam nüfusundan çok daha kala-balık bir 'ülke' olan
Hindistan'ı neden 'yarımada' konumuna layık görüyor dersiniz? Ya
dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olan Çin neden bir 'ülke'dir
sadece de onun onda biri kadar nüfusa sahip olan Avrupa,
Avrasya'nın geri kalanına denk bir 'kıta' olarak resmedilir
haritalarda?" diye soruyor.
, şimdiye kadar okuduğunuz Armağan kitaplarının paralelinde,
tartıştığı meseleler gereği ironiye kaçan üslubuyla sürekli el
altında bulunacak önemli bir kitap. Çünkü hem gündelik meseleler
hem de ilmi araştırmalarda bir çıkmaz olarak karşımıza iki Avrupa
çıkıyor. Bir fikrin savunduğunu, diğeri hakir görürken ortada nefes
tüketilen meselenin sonucu tuzla buz oluyor.
Başta da dile getirildiği gibi hayret makamına varmak, düşünceyi
perçinler. Perçinlenen düşünce de önümüze sürüleni kabul etmede
bizi uyarır, yol gösterir. Avrupa'nın Elli Büyük Yalanı da bize bu
açıdan zenginlik katacak satırlarla dolu. (Yakup Öztürk)