Atatürkün psiko-biyografisi
Abone olPsikanalist Vamık D. Volkan Atatürk'ün yaşamı ve iç dünyasını anlattı.
Amerika’da yaşayan Kıbrıs asıllı Türk psikanalist Vamık D.
Volkan’ın kitapları arasında, ulusların psikolojisini incelediği
psiko-tarih türünde yapıtlar ve terörün temellerine inip hakiki
sebeplerini sorguladığı araştırmalar var. En büyük eseriyse
Atatürk’ü ölümünden yıllar sonra deyim yerindeyse psikanalize
aldığı ‘’... Batı’da çok önemsenmesine rağmen bizde ihmal edilen,
hatta neredeyse görmezden gelinen psiko-biyografi türündeki bu
kitap hakkında Vamık D. Volkan’la konuştuk…
Atatürk’ün psiko-biyografisi neden gerekliydi?
Atatürk imgesi çocukluğumdan beri, bir Türk olarak kendi
ideallerime nasıl erişebileceğimi gösteren, içimde özgürlük duygusu
oluşmasını sağlayan bir semboldü. Onu anlamak, kendimi de daha iyi
anlamamı sağlayacaktı.
Bu kitabın görmezden gelinmesinde, Atatürk’ü etten kemikten oluşmuş
bir insan olarak kabul etmek yerine onu hâlâ simge addetmemizin
etkisi olabilir mi?
Haklısınız. Kitap, 80’lerin başından itibaren birçok engelle
karşılaştı. Saftım herhalde, akademik bir çalışmanın politik
itirazlarla karşılaşacağını tahmin edemedim. Mesela
Washington’daki Türk Büyükelçisi Atatürk hakkında bir kitap
yazdığımızı öğrenince beni elçiliğe çağırarak gözdağı verdi. Kitabı
yazmamız 7 yıl sürdü. Bir kopyayı dönemin Kıbrıs
Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a gönderdim. Neyse ki, Denktaş
Atatürk’ün bir insan olarak tanıtılmasının onun büyüklüğünü daha
açık gösterdiğini söyleyerek cevap verdi.
Psiko-biyografi yazımında objektif olunabilir mi? Siz olabildiniz
mi?
Yazanın kendi psikolojik motivasyonuna, psikanaliz konusundaki
bilgisinin derinliğine ve incelenecek materyalin yeterli olup
olmadığına bağlı. Norman Itzkowitz’le birlikte çalışmamız çok
önemliydi. Itzkowitz, psikanaliz üzerinde çalışmış nadir
tarihçilerden. Kitabın her bölümünü ilk ben yazdım, sonra Norman
Itzkowitz’e gönderdim. O yazdıklarıma bir tarihçi gözüyle bakıp
değişiklikler ve eklemeler yapıyordu. 7 yıl her ânımızı Atatürk’ün
imgesiyle yaşadık. Kitap çıktığında Virginia Üniversitesi büyük bir
davet vermişti. O gece rüyamda Türkçe ve yabancı dillerde çıkmış
gazete başlıkları gördüm, Atatürk’ün öldüğü yazıyordu. Rüyamda
hüngür hüngür ağladım ve Atatürk’e böylece veda etmiş oldum.
Zihninizdeki Atatürk imgesini babanızın imgesinden ayırmak için
sizin de psiko-analizden geçmeniz gerekmiş…
Babam öğretmendi, Kıbrıslı bir çiftçinin çok okuyan çocuğuydu,
Atatürk’ün yaratmaya çalıştığı yeni Türk kimliğini benimsemişti.
Bizler karizmatik liderleri, bilinçdışımızda birer ‘baba’ figürü
olarak algılarız. Ben psikanalist olabilmek için zaten analizden
geçmiştim ancak Atatürk’ün iç dünyasını anlatabilmek için onun
zihnimdeki imgesini babamın imgesinden ayırmalıydım. Kendi
fikirlerimin ve duygularımın etkisinde kalarak psiko-biografisini
yazdığım kişinin iç dünyasına farkında olmadan hayali eklemeler
yapmamalıydım.
YASLI BİR ÜLKENİN KURTARICISI
Onu kitabınızda nasıl ele aldınız?
Annesi Zübeyde Hanım ile babası Ali Rıza Bey, ilk üç çocuklarını
kaybetmişlerdi. Türkiye-Yunanistan sınırında, haydutlarla dolu
küçük bir yerde yaşıyorlardı. Ölen çocuklarından biri dere kenarına
gömülmüştü. Orayı su basınca bebeğin cesedi toprak üstüne çıkmış,
vahşi hayvanlar tarafından parçalanmıştı. Daha sonra yerleştikleri
Selanik’te hep bu olayın ve kaybedilen üç çocuğun anısı
konuşuluyordu. Bütün bunlara daha sonra kendinden sonra dünyaya
gelen kardeşinin ve babasının kaybı da eklendi. ‘Komplikasyonlu yas
tutma’ dediğimiz bu olayın sürdüğü evde, çocuk Mustafa
bilinçdışında ‘anneyi kurtarma’ görevini üstlenmeye karar verdi.
Tabii her yas tutan ailenin çocuğu Atatürk’ünkine benzeyen bir iç
işleyiş geliştirmez. Atatürk ‘onarıcı’ bir iç işleyiş geliştirdi.
Yaşamı boyunca önce yas tutan annesini ve daha sonra yas tutan
ülkesini iyileştirmek, mutlu etmek için çalıştı. Osmanlı’nın son
100 yılı çok kötüydü; 5 milyon kişi ölmüş, 5 milyon kişi mülteci
olmuştu. Toplum büyük bir regresyon içindeydi. Atatürk’ün karakteri
halkın ‘kendilik hislerini’ yüceltti, Türkiye’de herkesin
paylaştığı bir heyecan dalgası, bir kendine güven yarattı, büyük
devrimler böyle başlatıldı… Bugün onu halk düşmanı veya gelenek
düşmanı olarak göstermeye çalışanlar var. Halbuki Atatürk bir
erişkin olarak her gününde Türk halkını geliştirmek ve yüceltmekle
meşguldü.
Atatürk’ün zaafları neydi? Kitabınızda onun narsisizminden de söz
ediyorsunuz…
Atatürk’ün temel zaafı iç dünyasında kendini yalnız hissetmesiydi.
Fakat bunu örtbas etmek için daha da onarıcı olmaya çalıştı.
Narsisizmine gelince; kötü olan abartılmış narsisizmdir. Yararlı
narsisizmdeyse kişi kendine olan hayranlığını halkının hissettiği
regresyonu onarmak için kullanır. Travmaya uğramış, yas tutan ve
aşağılanmış toplumlarda kurtarıcı bir liderin ortaya çıkması için
zemin hazırdır. Bu kişi de çoğunlukla narsisizmi kuvvetli biridir.
Başa geçtiğinde ya ‘onarıcı’ ya da ‘yıkıcı’ olacaktır. Onarıcı
lider onu takip edenlerin özgürlüğü için çalışır, başarılı olursa
daha da yüceltilir, insanlar tarafından sevilir, bu da liderin
kendine olan sevgisini artırır. Hitler gibi yıkıcı liderlerse kendi
büyüklüklerini ayakta tutmak için başkalarını ezerler. Atatürk’ün
onarıcı bir lider olduğundan hiç şüphemiz olmasın. Osmanlı
İmparatorluğu çökerken o ortaya çıktığı için çok talihliyiz.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kutuplaşmadan zihinlerimizdeki Atatürk
imgesi de nasibini almış gibi görünüyor…
Türkiye’de bir etnik kutuplaşma var. PKK terörü devam ediyor. Fakat
halk arasında ‘ırkçılık’ dediğimiz insanları aşağılayan süreç
gelişmedi. Gurur duymalı, dünyanın bunu bilmesini sağlamalıyız.
Zira bu, Türklerle Kürtlerin yan yana ve barış içinde yaşamaları
için gerekli zeminin mevcut olduğunu gösterir. İkinci kutuplaşma,
dinin politikaya sokulmasıyla oluştu. İşte bu beni çok üzüyor.
İnsanların inançlarına karşı değilim, dini politika için kullanmaya
karşıyım. Tarih boyunca dinin politikaya karıştırılması hep
kutuplaşmalara ve başka felaketlere yol açmıştır. Türkiye’de bu
ikinci kutuplaşmayı başlatmaya hiç gerek yoktu. İslam’da bir moda
stili olarak yeri olmayan ve ‘modern’ diyebileceğimiz türbanın bir
üniforma gibi kullanılması “sen bendensin, sen benden değilsin”
denmesine yol açtı. Sonuç olarak da hem boşu boşuna enerji sarf
edildi hem aşırı milliyetçiliğe bir kapı daha açıldı.
DEMOKRASİ DİYEREK DİN POLİTİKAYA ALET EDİLİYOR
Sebepleri nedir bunun?
İçten ve dıştan birçok nedeni var. Psikolojik motivasyondan söz
edeyim. Bir imparatorluk kaybettik. Son 100 yılda milyonlarca insan
öldü, toprak kaybedildi. Toplumlar ortak kayıplardan sonra yas
tutarlar. Yas tutmak, kaybedilmiş şeyleri anma, bu anıları içimizde
saklama, geri kalanlara ise ‘Allahaısmarladık’ deme sürecidir. Yas
süreci yavaş yavaş gelişir, 10 yıllarca sürer... Türkiye’deki bazı
politikacılar söz konusu yas sürecinin hazırladığı zemini
kullanıyorlar. Yani kaybettiklerimize veda edecek yerde, onları
canlandırarak ‘demokrasi’ adı altında dini politik ve sosyal
süreçlere katıyoruz.
Bunun sonuçları ne oluyor?
Dini politikaya sokunca kadınların özgürlüğü kısıtlanır. Bir
milletin yüzde 50’sinin kadınlardan oluştuğunu düşünürsek, onları
bilerek ya da bilmeyerek aşağılayan millet çok şey kaybeder. Bence
Türkiye’yi Atatürk’ün başlattığı Türk kadınlığı kimliğine sahip
çıkacak bir kadın kurtaracak. Keşke Türk kadınlarına örnek olacak
karizmatik bir kadın liderimiz çıksa… Mesela, Kıbrıslı Türkler
üzerinde kendi tarihlerini inkâr etmeleri, unutmaları yolunda
baskılar söz konusu. Kıbrıslı Türk çocukların okudukları bazı okul
kitaplarında ninelerinin ve dedelerinin başına gelenlerden söz
edilmiyor; Sayın Rauf Denktaş’ın adı bile geçmiyor. Bunu yapmaları
için AB Kuzey Kıbrıs’a 60 bin Euro ödemiş. Bu tür bir şey
Türkiye’de de gelişiyor. Atatürk dönemini tarihten silmek
isteyenler var. Geçmişimize sahip çıkmak, Osmanlı’nın son
günlerinde yaşananları, Atatürk’le arkadaşlarının yaptıklarını
tarihten silmeyi gerektirmez.
DEVRİMLER TRAVMA DEĞİL ÜMİT YARATTI
Atatürk Devrimleri’nin Türk toplumu üzerinde bir travma etkisi
yaratıp yaratmadığı tartışılıyor...
Tarihçiler Osmanlı’nın son 100 yılında Anadolu’nun ne kadar
bakımsız kaldığını benden çok daha iyi anlatırlar. Türkiye halkının
geçirdiği büyük travma o zamana ait. Atatürk devrimleri travma
değil ümit yarattı. Her büyük toplumun kahramanları var. Atatürk,
Türk tarihinin en büyük kahramanlarından. Bir mücevheri çamurla
kaplasanız da o hâlâ mücevherdir. Kayba uğrayan, mücevherin
varlığını inkâr eden olur.
Atatürk ve kadınlar
Kitabı yazmaya karar verince 13 ay boyunca Atatürk’le ailesini
tanıyanlarla veya Atatürk’ü derinden inceleyenlerle konuştum. ‘’
kitaplarının yazarı Şevket Süreyya Aydemir, dosyalarını bana
açmıştı. Atatürk’ün evlat edindiği Sabiha Gökçen’i de sık sık
ziyaret ediyordum. Gökçen, bana Atatürk’ün evlat edindiği öteki kız
çocuklarıyla ilgili tavrını da anlattı. Yeni Türk kimliğiyle
gelişecek Türk kadınlarının, yas tutan annesi gibi olmalarını
istemiyordu. Yeni Türk kadını, dini bahane ederek kendilerini
ezenlerden kurtulmalı, neşeli, mutlu ve özgür olmalıydı. Atatürk
bazı konuşmalarında Türk erkeklerine bencil olmaktan ve kadınların
özgürlüğünü kısıtlamaktan vazgeçmelerini söylemişti. Aynı sözleri
bugün söylemekte olanların seslerinin de duyulmasını isterim.
Araştırmalarımız sırasında Atatürk’ün bir de erkek çocuk evlat
edindiğini öğrendik. Abdürrahim Tuncak’ı aslında Zübeyde Hanım
yetiştirmişti. Onun anlattıklarından çıkardığımıza göre,
komplikasyonlu yas tutan kişilerde çoğu zaman görüldüğü üzere
Zübeyde Hanım dine dönmüştü. Ve yaşadıklarından etkilenmiyormuş
gibi görünmek için ‘sert kadın’ rolü oynuyordu. Bana göre
Atatürk’ün şahsi psikolojisinin oluşumu, annesinin bu
komplikasyonlu yas tutma halinden çok etkilenmişti. Onun Türk
kadınlarına aşılamak istediği özgüven ve bağımsızlığın altında yas
tutan annesiyle ilişkisi vardı. Tabii ki bir yetişkinin
yaptıklarını sadece çocukluğunda başına gelenlerle izah edemeyiz.
Fakat çocuklukta elde edilen zemin önemlidir.
Yazarın Türkçe’de yayınlanan kitapları
Kimlik Adına Öldürmek: Kanlı Çatışmalar Üzerine Bir İnceleme
(Everest)
Psikanalitik Öyküler 1: Kozmik Kahkaha (Okuyan Us)
Psikanalitik Öyküler 2: Atlarla Yaşayan Kadın (Okuyan Us)
Psikanalitik Öyküler 3: Kusursuz Kadının Peşinde (Okuyan Us)
(Gülenay Börekçi)