Atatürkü işte böyle tabulaştırdık
Abone olTarih araştırmacısı Ayşe Hür, geçmişten günümüze Atatürk'ün nasıl tabulaştırıldığını çarpıcı örnekleriyle ortaya koydu.
Taraf Gazetesi'nde Pazar günleri birbirinden ilgi çekici
konulara neşter atan tarih araştırmacısı Ayşe Hür'den çarpıcı bir
dosya daha geldi. Hür dün Taraf'ta yazdığı başlıklı yazısında
geçmişten günümüze Atatürk'ün nasıl tabulaştırıldığını gözler önüne
serdi. İşte Hür'ün yazısı:
- Önce biraz geriye gidelim. Üç yıl önce İpek Çalışlar’ın
Latife Hanım adlı romanı yayımlandığında da
benzer bir durum ortaya çıkmıştı. O zaman, Çalışlar’ın kitabında,
Latife Hanım’ın kız kardeşi Vecihe İlmen’in hatıralarına dayanarak,
1 Nisan 1923 gecesi, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i öldüren Topal
Osman’ın Çankaya Köşkü’ne düzenlediği silahlı baskın sırasında,
Atatürk’ün Latife Hanım’ın çarşafını giyerek köşkten kaçtığını
ifade etmesi, Savcılık tarafından suç olarak görülmüş, İpek
Çalışlar ve onunla röportaj yapan Hürriyet Gazetesi
Sorumlu Müdürü Necdet Tatlıcan hakkında 4,5 yıl hapis cezası
istemiyle dava açılmıştı.
Halbuki bu olay daha önceki yıllarda pek çok tarihçi ve araştırmacı
tarafından aşağı yukarı aynı şekilde ele alınmıştı. İpek Çalışlar
ile diğer tarihçilerin yaklaşımları arasındaki tek fark, Mustafa
Kemal’in köşkten saldırıdan önce mi kaçtığı, yoksa olay sırasında
mı kaçtığı konusunda ortaya çıkıyordu. Yoksa kimsenin Topal
Osman’ın kendisini öldürmek üzere köşke seğirttiğinde Mustafa
Kemal’in köşkü terk ettiğine itirazı yoktu. Buna rağmen pek çok
kişi Çalışlar’ın çizdiği Atatürk tablosuyla hayallerindeki Atatürk
tablosunun örtüşmediğini ileri sürerek, ‘yedi düvele boyun eğdirmiş
kahraman bir komutan bir çapulcudan mı korkacak?’ şeklinde
özetlenebilecek bir tartışmaya girişmişti. Yazarın Mustafa Kemal’in
‘korkak’ –hatta daha ileri gidelim- ‘karısından bile korkak’
olduğunu, hatta ‘kadın kıyafetine bile girebilecek kadar korkak
olduğunu’ ima ettiğini düşünerek İpek Çalışlar’ı hain ilan edenler,
bir yıldır Can Dündar’ın Mustafa filmi üzerinde benzer bir tartışma
yürütüyorlar ve Can Dündar’ı da deyim yerindeyse linç etmeye
çalışıyorlar. Üstelik bu sefer, ortada sınırlı sayıda kişiye ulaşan
kitap gibi bir malzeme değil, iki milyona yakın kişinin izlediği
bir filmin olması saldırıların şiddetini daha da arttırmış
görünüyor.
Kemalizm yerine Mustafaizm mi
Filmin görsel ve teknik açıdan değerlendirmesini uzmanlara
bırakalım. Tarihçilere, bilim adamlarına kapalı olan ATASE
arşivlerinin Can Dündar’a açılmasının ardındaki gizemli nedenleri
de bir kenara koyalım. Filmin ‘Kemalizm tükendi, biraz da
Mustafaizm verelim’ diyenlerin bir çeşit ‘tazelenme projesi’
olduğunu ileri sürenlere de kulaklarımızı kapayalım. Senaryoda pek
çok maddi hatanın olduğu, resmi tarihin önemli kodlarının aynen
tekrarlandığı, Mustafa Kemal’i ve Kemalizm düşüncesini anlamak
açısından anahtar öneme sahip bazı olayların es geçildiğini ya da
çok kısa tutulduğu doğru. Mustafa Kemal’in modernleşmeci yanının
Freudyen yorumlarla basitleştirildiği, sığlaştırıldı da doğru ama
bunlardan kalkarak, Mustafa Kemal hakkında yazılabilecek yüzlerce
değişik senaryodan birini filme çekmekten öte bir şey yapmamış olan
Can Dündar’ın amacının Mustafa Kemal’in zaaflarını ortaya çıkarmak
suretiyle O’nu küçük düşürmek, O’nu küçük düşürerek de
Cumhuriyet’in temellerini dinamitlemek olduğunu ileri sürmek, hatta
neredeyse Dündar’ı vatan haini ilan etmek gerçekten marazi bir
duruma işaret ediyor. Vatan hainliğine karine teşkil edenler
şeylerden biri, filmde Atatürk’ün parmaklarının kısa ve küt
gösterilmesiymiş, halbuki Atatürk’ün parmakları ince ve uzunmuş! Ve
daha neler neler...
Totemleştirme ameliyesi
Bu marazi yaklaşımın arka planını Cumhuriyet tarihi boyunca,
sistematik bir biçimde Atatürk’ün totemleştirilmesi ve
tabulaştırılması ameliyesi oluşturuyor. Bilindiği gibi totem, ilkel
toplumlarda içinde yer aldığı grubun atasıdır, onun koruyucu ruhu,
iyilik taşıyıcısıdır. Mustafa filmi dolayısıyla adı çokça geçen
Freud’e göre, totemler hem dinsel, hem de toplumsal boyutlar taşır.
Bir din olarak totemizm, insanla totem arasındaki saygı ve itibar
ilişkilerini; toplumsal bir sistem olarak ise, toplumun üyeleri
arasındaki karşılıklı yükümlülüklerle, diğer toplumlar, klanlar
arasındaki ilişkileri düzenler. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz
Levi-Strauss’a göre totemizm göstergeler arasında bağdaşım ve
bağdaşmazlık kuralları koymakla yetinmez; aynı zamanda kimi
davranışları buyurur, kimi davranışları yasaklar.
İşte tabu denen şey esas olarak, toteme dokunmanın tehlikeli,
kirli, lanetli ya da suç oluşturan, kaçınılması gereken bir durum
olarak tanımlanmasıdır. Kısaca sınırlamalardır, yasaklardır. Bu
yasakların çoğu zaman mantığı olmamasına ve tutarlı bir sistem
oluşturmamasına rağmen, tabunun yıkılması toplum birliğinin
yıkılması anlamına geleceği için, yasaklar sıkı sıkıya
uygulanır.
Anlattığımız bu süreç, sadece ilkel toplumlarda değil, gelişmiş
toplumlarda da değişik biçimlerde tezahür eder. Kral, hükümdar,
diktatör veya kurucu baba ile toplumları arasındaki ilişkilerde
totem-tabu sisteminin değişik varyasyonları yürürlüktedir. İşte dün
İpek Çalışlar’ın, bugün Can Dündar’ın başına gelenler, kutsalı
koruma altına alan tabulara dokunmaya cüret etmeleri yüzündendir.
Bu dokunmanın sert veya yumuşak olması, küçük veya büyük olması
sonucu değiştirmez, ‘suç’, o figüre yakından bakmaya, onun hakkında
konuşmaya, onu tarif etmeye başlandığı andan itibaren ortaya
çıkmıştır.
Cumhuriyet’in ihtiyacı
Doğuştan karizmatik bir lider olan Mustafa Kemal Atatürk’ün
totemleştirilmesi, o henüz yaşarken başlamıştı ama geliştirilmesi
ve ‘mükemmelleşmesi’ ölümünden sonra oldu. Bu yüceltme ve
kutsallaştırma hareketinin, Osmanlı döneminde toplumun temel
tutunum unsurlarından olan dinin, Türk ulus-devletinin kuruluşu
sırasındaki laikleşme hamlesi kapsamında, toplumsal yaşamdan
çıkarılmasının doğurduğu boşluğu doldurmak için, ulusçuluğun yarı
din haline getirilmesi sırasında mı, yoksa Mustafa Kemal’in dünyaya
bakışının ve eylemlerinin Kemalizm adı altında total bir ideolojiye
dönüştürülmesi çabaları sırasında mı ortaya çıktığı tartışılabilir.
Ama görülen odur ki, Cumhuriyet modernleşmesi, başından beri bazı
sıkıntıları aşmak için Mustafa Kemal’in ‘Atatürk’ olarak
totemleştirilmesine ve dolayısıyla tabulaştırılmasına şiddetle
ihtiyaç duymuştu.
Doç. Dr. Mete Kaynar, “Totem, tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük”
adlı makalesinde, bu sıkıntıların başında Osmanlı modernleşmesi ile
Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki farkı tanımlayabilecek, yeterli
kavramsal referanslara sahip olunmaması ve toplumu Cumhuriyet
modernleşmesinin gereklerine ikna edecek, onu bu yolda harekete
geçirecek bir düşünce setinin oluşturulamaması geldiğini söyler.
Kaynar’a göre, Atatürk’ün ardından gelen İsmet İnönü, gerekliliği
ve hedefleri, henüz toplumun tüm katmanları tarafından
içselleştirilmemiş olan Cumhuriyet modernleşmesini bir ileri bir
aşamaya götürecek tutarlı bir programa ve/veya böyle bir programın
yokluğunda bile toplumu ardından sürükleyecek karizmaya sahip
değildi. Tek çare, ihtiyaç duyulan referansın, totemik bir figür
haline getirilen Atatürk’e ve onun eylem ve söylemlerinin
tabulaştırılmasıyla oluşturulan Kemalizm/Atatürkçülük düşüncesine
yapılmasıydı.
Atatürk’ü Koruma Kanunu
Gerçekten de, 1950’den itibaren, CHP’nin bağrından gelişen bir
hareket olan DP’nin hem kendisinin özgünlüğünü ortaya koymak, hem
de rejimin kurucu partisi olduğu için bir çeşit dokunulmazlığı olan
CHP’yi ve onun lideri İnönü’yü hırpalayabilmesine yetecek politik
manevra alanı yaratmak için bulduğu çare de mevcut totem-tabu
kodlarını kullanmak oldu. Bu kurnaz manevranın cisimleşmiş hali, o
tarihlerde Atatürk heykellerine saldıran Ticaniler adlı tarikatın
neden olduğu siyasi gerginlikten faydalanan DP kökenli
Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın kişisel gayretleri ile 25 Temmuz
1951’de çıkarılan 5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar
Hakkında Kanun’du. Bazı CHP’li milletvekillerinin DP tarafından
gündeme getirildiği için, kanunun aleyhine konuşmalar yapması
tarihsel bir ironi olmalıydı. Sonuçta kanunun çıkmasıyla CHP,
Atatürkçülük şampiyonluğunu DP’ye
kaptırdı.
Darbelerin meşruiyet temeli
Ama Atatürk’ün totemleştirilmesi ve tabulaştırılmasına en büyük
katkıyı 1960’dan sonra sık sık sahne alan darbeciler yaptı. Bütün
darbeler ‘ulu önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni
korumak ve kollamak’, ‘onun hedef gösterdiği çağdaş uygarlık
seviyesine ulaşmak’ ve ‘Atatürk’ün tarif ettiği türden bir
demokrasiyi yeniden tesis etmek amacıyla’ gerçekleştirildi.
Böylece, adı ister ‘ihtilal’, ister ‘muhtıra’, ister ‘balans
ayarı’, ister ‘e-darbe’ olsun hepsi de gayri meşru olan bu
müdahaleler, güya partiler ve ideolojiler üstü bir referansa
dayanarak yapılmış gibi sunularak, toplum gözünde
meşrulaştırıldılar. Dolayısıyla darbecilerin, kendilerine tertemiz
ve güçlü bir dayanak sağlayan Atatürkçülüğü biraz daha
kutsallaştırması, biraz daha tabulaştırmaları gayet mantıklıydı. Bu
konudaki şampiyon ise 1980 darbecileriydi. Mustafa Kemal’in kurduğu
Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun yerine Atatürk Kültür, Dil
ve Tarih Yüksek Kurumu’nun (AKDTYK) kuruluşu; Nutuk’un
sadeleştirilmiş baskılarının yapılması ve yayılması; okullarda
Atatürk köşelerinin mecbur tutulması; Ankara’da bir Atatürk heykel
fabrikası kurulması; Atatürk’e ait olduğu tartışmalı vecizelerin
kamusal alanlarda boy göstermesi; kahvehanelere Atatürk
resimlerinin asılmasının mecburi kılınması; Kenan Evren’in Atatürk
pozlarında konuşmalar yapması (hatta Atatürk gibi tren
penceresinden bakan fotoğraflar çektirmesi) gibi adımlarla
Atatürkçülüğün adeta sivil bir din haline getirilmesi 12 Eylül
darbesinden sonra oldu.
Nutuk’taki 19 mucizesi
Mete Kaynar’ın derlediği bazı örneklerin gösterdiği gibi, son
yıllarda iş şirazesinden çıktı. ‘Kuran’daki 19 mucizesi’
gibi Nutuk ve Gençliğe Hitabe’de 19 sayısının
‘mucizevî tezahürleri’ üzerine kafa patlatanlar oldu. Her yıl 15
haziran - 15 temmuz tarihleri arasında Ardahan’daki Karadağ
sırtlarına düştüğü iddia edilen Atatürk silueti ‘Atatürk'ün İzinde,
Gölgesinde Damal Şenlikleri’ adı altında kutlanmaya başladı. Bu iş
öylesine ciddiye alınmıştı ki, 2003 yılı kutlamaları sırasında, tam
Atatürk silueti Karadağ sırtlarına düşmeye başladığı saatlerde bir
çobanın hayvanlarını otlatarak Atatürk siluetinin önünden geçmesi
devletin tepesinde öfke patlamasına neden oldu. Çobanın tavrı
Atatürk’e hakaret, vatana ihanet olarak adlandırıldı ve konu
TBMM’ye taşındı.
Bir başka uhrevi işaret, Ayvalık-Edremit arasındaki Gömeç
İlçesi’nin yaslandığı yüksek dağların üzerindeki Atatürk’ün yüzü
formundaki kaya parçasıydı. Bölge, Gömeç Belediyesi tarafından
‘Atatürk Kayaları İzleme Noktası’ adıyla ziyarete açıldı. Şırnak’ın
Cizre İlçesi sınırlarındaki Cudi dağındaki bir tepede siluet olarak
tespit edilen Atatürk’ün yüzü şeklindeki oluşum ise bölge askeri
harekât alanı içinde yer aldığından henüz layık olduğu tarzda bir
hac yerine çevrilemedi.
Madame Tussaud Müzesi
Londra’daki Madame Tussaud Mumya Müzesi’ndeki Atatürk mumyasının,
‘Atatürk’ün gerçek karizmasını, gerçek ihtişamını yansıtmadığı’nı
ilk dile getirenlerden biri Vatan gazetesi yazarı Zülfü
Livaneli, 7 Aralık 2002 tarihli köşe yazısında, müzedeki Atatürk’ün
heykelinin bir türlü doğru dürüst yapılamamasını, Avrupalılara göre
“Mustafa Kemal adlı bir Türk beyaz tenli, sarışın ve mavi gözlü
olamaz. Bu yüzden Atatürk'ü bazen Pakistanlıya, bazen Hintliye
benzetmek için uğraşır dururlar” diye açıklamıştı. Bu durum sadece
Livaneli’yi değil, emekli Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
İbrahim Fırtına’yı da rahatsız etmişti. Fırtına’nın şikâyetleri ile
devam eden ‘karizmatik Atatürk mumyası’ talebi, en sonunda Koç
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç tarafından yerine
getirildi. Mustafa Koç’un parasal, Anıtkabir Komutanlığı’nın teknik
ve malzeme desteği sayesinde yeni, heybetli ve karizmatik bir
Atatürk mumyası 10 Kasım 2005 tarihinde müzedeki yerini aldı.
Şimdi böyle marazi bir zihniyet ikliminde, Mustafa filmine yönelik
tartışmaları garip bulmak mümkün mü? Bence hayır. Ama bu marazi
tutum, aynı zamanda Atatürk’ün öngördüğü modern ulus-devletin
bekasının, Atatürk’ün dondurulmuş, katılaştırılmış hatta
fosilleştirilmiş imgesinden başka dayanağı olmadığını, bu dayanak
çökerse tüm modernleşme sürecinin, toplumun, devletin ve
Cumhuriyet’in de çökeceğini ima ediyor. Anlaşılan Atatürkçülük
şampiyonları Cumhuriyet’e benim duyduğum kadar güven
duymuyorlar.
Görülen odur ki, ‘Atatürk ağlar mı’, ‘Atatürk içer mi’, ‘Atatürk
sever mi’, ‘Atatürk korkar mı’, ‘Atatürk yanlış yapar mı’ gibi son
derece insani sorular etrafında koparılan fırtınalar ve düzenlenen
linç törenleri, ‘evet bunların hepsi mümkündür, çünkü Atatürk bir
insandı, tanrı değil’ diyenlerin sayısı, cezalandırmakla başa
çıkılmayacak kadar artıncaya dek sürecek. Darısı başka tabuların
başına!