Ahmet Tulgar'ın yağlı güreş merakı
Abone olYağlı güreşlerle ilgili derinlikli makaleler yazan Ahmet Tulgar, bu sporun kendi içinde bir felsefeyi barındırdığını yazdı. Tulgar geçmiş yazılarından çarpıcı örnekler verdi
Geleneksel sporumuz olan yağlı güreşlere derinlemesine merak
saran Akşam Gazetesi yazarı Ahmet Tulgar, bu sporun kendi içinde
bir felsefeyi barındırdığını öne sürdü. Tulgar, geçmişte yazdığı
yazılarından çarpıcı örnekler verdi:
- Tabii Serdar Turgut'un benim politik görüşlerime bakarak yağlı
güreş konusundaki bilgime ve o cenahtan dostluk ilişkilerime
şaşması normal, anlaşılır birşey. Geçen Pazartesi günkü yazısında
belirttiği gibi. Bendeki bu çelişik gibi görünen durum hakkında
mutlaka farklı akıl yürütmelerde bulunanlar da olmuştur, oldu da.
Güldüm geçtim tabii.
Aslında durup dururken oluşmadı benim de yağlı güreşe ilgim.
Seviyorsam bir sebebi var. Hatta birden fazla sebebi. Bir de öncüm
bu konuda.
Gündelik hayatın pratiklerinden önemli, aydınlatıcı felsefi ve
toplumsal çıkarsamalarda bulunan Fransız yapısalcı filozof Roland
Barthes, ben ve benim gibi gündelik hayat ve popüler kültür
çözümlemeleri yapan birçok yazarı esinlemiştir. Bize de Barthes'ı
tanıtan 80'li yıllarda Murat Belge oldu. Sonrasında Barthes'ın
bütün yazdıklarını okudum. Gündelik hayatın analizi açısından
başyapıtı 'Mitolojiler' adını taşır.
Ama benim Barthes üzerinden yağlı güreşe yönelmem, kendisinin başka
bir kitabı dolayımıyla oldu. Bu da Barthes'ın Japonya izlenimlerini
ve Japon kültürüne ilişkin yapısalcı çözümlerimini içeren
'Göstergeler İmparatorluğu'dur.
Kitabın bir bölümünde Barthes, o 250-300 kiloluk sumo
güreşçilerinin iki meteor gibi çarpışmalarından oluşan anlık
sportif performansı, bu koca cüsselerin birbirini karşılayışındaki
basit estetiği, derin törenselliği uzun uzun betimler, analiz eder
ve sonra da Japon kültüründe basitlikle derinliğin, saydamlıkla
karmaşıklığın bir araya geldiği başka göstergelerle karşılaştırır.
Mesela o kısacık 'haiku' adı verilen şiirlerle, içinde liflerine
ayrılmış sebzelerin yüzdüğü saydam çorbalarla, içinden küçücük
hediyeler çıkan sanatsal, abartılı ambalajlarla ve daha çok sayıda
gündelik pratikle. Mutfaktan oyun salonlarına uzanan bir
spektrumda.
Ben de ilk o zaman düşünmeye başladım bizim yağlı güreş
üzerine.
Ve çok sayıda yazı yazdım, not tuttum bu konuda. Kimisi de
yayımlandı.
Şimdi benim yağlı güreşe ilgimi ve bakışımı biraz olsun açımlayacak
bazı alıntılar yapmak istiyorum ki bu yazılardan bu iş fazla
uzamadan kapansın. Haziran sonunda yapılacak Kırkpınar Güreşleri'ne
kadar.
İşte müthiş derin analizlerimden seçmeler:
'(...) Dünyada hangi spor, hangi gösteri, bedensel özgürlük çabası
için bu denli cuk oturan bir metafor olabilir? İki güçlü adam,
vıcık vıcık yağa bulanmış. İkisinin de çabası diğerinin kaygan, ele
avuca sığmaz bedenini kavrayıp, sırtını yere çalmak. Adamların
ikisini de tek bir yerden yakalamak mümkün sadece. Kıspetin içinde
kalan jenital bölgeden.
Tam aşkta yakalandığımız yerden. Tam sekste yakalandığımız yerden.
Tam hayatta yakalandığımız yerden yani. En çok kaçmaya, kaçırmaya
çalıştığımız yerden.'
'(...) Pehlivan yense de yenilse de soyunma odasında onu zorlu bir
uğraş bekler. Romantik edebiyatın kahramanları aşktan verem
olurlardı. Veremin aşk edebiyatındaki adı da 'ince hastalık'tı.
Pehlivanların ise güreşte aşırı zorlanan, yorulan bedenleri şişer,
belleri kalınlaşır. Kıspeti çıkaramazlar. Arkayı sıyırsalar ön
sıkışır, önü sıyırsalar arka.
İşte artizan ilişkiler üzerine kurulu yağlı güreş geleneğinde
'çırak' işlevi gören genç güreşçiler o zaman yardıma gelir, kıspete
asılırlar.(...) Antik Yunan filozoflarının talebeleriyle, Rönesans
sanatçılarının çıraklarıyla kurduğu ilişkiye benzer
başpehlivanlarla gençlerin ilişkisi.
Thomas Mann'ın 'Venedik'te Ölüm' romanındaki yaşlı şair Gustav von
Aschenbach'ın güzelliğin sembolü olarak tutulduğu ve seyrede
seyrede ölüme gittiği genç Polonyalı çocuğa, Tadzio'ya bakar gibi
bakar yaşlı pehlivan genç olana. (...) Bir keresinde Kırkpınar'ın
efsanevi başpehlivanı Ahmet Taşçı şöyle demişti bana: Ne zaman
güreşsem şiir yazmak istiyorum.'
'(...) Şunun peşindeyim belki de: 643 yıllık bu Bolero'da, bu
Rondo'da, bu yeniden ve yeniden dönüşlerin dansında, bu
sürekliliklerde, dakikalardır birbirini tartan bu iki adamın sıkıcı
durağanlıklarında aniden ortaya çıkan nüansların sevincinin.
Tevazudaki heyecan vericiliğin. Çaresiz kalmanın, helak olmanın
estetiğinin, şıklığının.
Sonra beklenti. Beklenti nasıl estetik bir şeydir Kırkpınar
çayırında. Güreşin bir aşamasında pehlivanlar, pehlivanların o
altın sarısı parlak gövdeleri öyle kalır yerde. İkisi de
kıpırdamaz. Beklenti büyür, büyür. Sonra küçücük bir fırça darbesi
vurulur resme. Rakip zarifçe kaldırılır, çevrilir, yere çalınır.
Zafer, her seferinde bir mucize gibi, artık kazanılamayacağına
kanaat getirildiği sırada gelir.'
'(...) Edirne'yi terk ediyoruz. Selimiye Camii bütün ihtişamıyla
yükseliyor karşımızda. Kırkpınar'lar başlıyor, bitiyor, o
yükseliyor. Kalıyor. Aradığımız bu mu acaba Kırkpınar'da?
Süreklilik? Kayıp giden bir şeylerin yakalanabileceği, bizde kalıcı
olabileceği duygusu, umudu?'
Yazı: Ahmet Tulgar
Kaynak: