12 Eylül iddianamesinin tam metni
Abone olAnkara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in yargılandığı iddianamenin tam metni
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 12 Eylül askeri
darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı
Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın şüpheli
olarak yer aldığı iddianameyi kabul etti.
Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen'in
basın sözcüsü sıfatıyla verdiği bilgiye göre, Ankara 12. Ağır
Ceza Mahkemesi, iddianame üzerindeki incelemesini
tamamlayarak, iddianamenin kabulüne karar verdi.
İŞTE 12 EYLÜL DARBESİNİN TAM METNİ!
Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen'in basın sözcüsü sıfatıyla verdiği bilgiye göre, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi, iddianame üzerindeki incelemesini tamamlayarak, iddianamenin kabulüne karar verdi.
İddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan
Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral
Tahsin Şahinkaya sanık olarak yer alıyor.
İddianamede, Evren ve Şahinkaya'nın, 765 sayılı Türk Ceza
Kanunu'nun “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler”e ilişkin
146. maddesi ile 80. maddesi uyarınca “ağırlaştırılmış müebbet
hapis cezasına” çarptırılmaları isteniyor.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, dönemin Genelkurmay
Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin
Şahinkaya'nın “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya
Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle
Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan
Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren
Teşebbüs Etmek” suçunu işledikleri kaydediliyor.
Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen,
Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin'in hazırladığı iddianamenin
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesince saat 10.40 itibarıyla kabul
edildiğini bildirdi.
Mahkemenin sanıklar hakkındaki adli kontrol talebini henüz
karara bağlamadığını belirten Görüşen, duruşma gününün de
tensiple birlikte belirleneceğini kaydetti.
İddianamede, 1 numaralı sanık 11 Ekim 1925 doğumlu Ali Tahsin
Şahinkaya, 2 numaralı sanık ise 1 Ocak 1918 doğumlu Ahmet
Kenan Evren olarak yer aldı.
Sanıkların, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir
Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle
Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan
Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren
Teşebbüs Etmek” suçlarını işledikleri ifade edilen iddianamede, 2
Ocak 1980 ile 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 arası suç tarihi
olarak gösterildi.
Suç yerinin Ankara olduğu belirtilen iddianamede, sanıkların,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmaları
isteniyor.
DELİLLER
İddianamede, “deliller” ise şöyle sıralandı:
“İddianame, müşteki beyanları, Mehmet Demir adlı kişinin
gönderdiği 1 adet DVD, TBMM Kanunlar ve Kararlar
Başkanlığının 29 Kasım 2011, Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar
Genel Müdürlüğünün 27 Aralık 2011 tarihli yazıları ve ekleri,
Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı Ahmet Uncu ve Çorum eski Valisi
tanık Rafet Üçelli'nin ifade tutakları, Aksiyon Dergisinin
770. sayısı, 201552 sayılı 1980 tarihli 'Bayrak Harekat
Direktifi' başlıklı 21 sayfadan ibaret 'Çok Gizli' ibareli
belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca Kenan Evren hakkında
Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan
iddianame, sanıkların avukatlarınca verilen savunma
dilekçesi, TBMM Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar
Dairesi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10
Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı ekinde 5 Haziran 1977'de
yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi 5.
Dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin
bulunduğu yazı, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele
Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12 Eylül 1980 Askeri
darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand
tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet
DVD, Şahinkaya'nın ifade tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet
mini DVD kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık Personel ve
Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897
sayılı ekinde 13 Kasım 1979'da göreve başlayan Bakanlar
Kurulu listesi ile kabinedeki değişikliklerin yer aldığı
Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Kenan Evren'in
ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül
1980 tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan
12 Eylül Askeri darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi
Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el konulduğuna ilişkin ilk
bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9
numaralı bildiriler ve Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin
belge), 16 Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim
1980 tarihli 17145 sayılı, 12 Aralık 1980 tarihli 17188
mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı Resmi
Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356
sayılı kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı,
Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayınlanan “İşkence
Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler” isimli kitap,
sabıka ve nüfus kayıtları ve tüm dosya kapsamı.”
12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin Genelkurmay
Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral
Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, “Güvenlik
ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve
vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir
tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike
paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan
kaldırmaktır” denildi.
İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.
Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.
Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa tarihi anlatılarak, “Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır” denildi.
Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede,
“çoğulcu ve çoğunlukçu” demokrasi anlayışı açısından bir
değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu
demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu
demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı
kaydedildi.
ANAYASALAR
1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının
denetimsiz bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı
savunulan iddianamede, 1961 ve 1982 Anayasalarında kanunların
anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa Mahkemesine
verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına
alındığı ifade edildi.
İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına
ve Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk
Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve
Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır” şeklindeki
düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez
1946 yılında yapılabildiği anlatıldı.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi
rejiminin benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve
siyasetçiye güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını
bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı
amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen
iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini
gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki
başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu, Cumhuriyet
Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.
1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle
askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu
güçlendirecek düzenlemeler getirdiği savunulan iddianamede,
bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında bulunmayan Milli
Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması
olduğu savunuldu.
1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite
karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de
1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı
sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu
kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, “Bu dönemde seçilen
üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri
Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir
tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar, askeri
bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir
göstergesidir” denildi.
“HALKA RAĞMEN HALK İÇİN DEMOKRASİ”
İddianamede, “Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında
konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle
koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar
veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin
verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen
meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme
düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde
'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi egemen
kılınmıştır” ifadesi kullanıldı.
1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun
temsilcisi olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle
işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin
paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da
egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar
eliyle kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat
çekildi.
Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen
içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına
gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak
istediğinin göstergesi olduğu iddia edilen iddianamede,
şunlar kaydedildi:
“Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler
kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç
odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik
yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde
sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar
bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı
yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların
yanında yer alırlar.
Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz
kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan
soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik,
kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve
hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam
edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki
önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar
yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal
bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve
ortadan kaldırmaktır.”
“BİREYLERİN ÖZGÜRLÜKLERİ FEDA EDİLMİŞTİR”
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet
toplum içindir” özdeyişinin tersine çevrilerek “Toplum devlet
içindir” anlayışının hakim kılındığı savunulan iddianamede,
“Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları
sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir.
Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu
sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne
kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum
devletlerdir” ifadesi kullanıldı.
İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı kaydedildi.
İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna
karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar
dışındaki diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve
çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi
gerektiği ifade edilen iddianamede, “Bir kişiye ya da zümreye
süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu
sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır”
denildi.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak Kenan Evren ve
Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, 1 Mayıs
1977'de Taksim'de yaşanan olay, 16 Mart katliamı, bazı
kişilere gönderilen bombalı paketler, Sivas, Kahramanmaraş ve
Çorum'daki olaylar, Fatsa operasyonu, Abdi İpekçi suikastı,
MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi
gibi olayların, ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye
zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının
anlaşıldığı savunuldu.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, “12 Eylül 1980
Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları”
başlığı altında, birçok olay irdelendi.
İddianamede, 1970'li yıllarda, toplumda güçlü ideolojik akımların
yaygın olarak boy gösterdiği ifade edilerek, toplumda yasal
olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşlarının, ekonomik ve
sosyal amaçlardan çok, siyasi ve ideolojik amaçlarını ön
plana çıkardıkları, özellikle bireylere eşit hizmet sunması
gereken devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik
örgütlenmelerin, toplumun kamplara bölünmesine yol açtığı
belirtildi.
Bu anlamda, öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmelerin
toplumda büyük huzursuzluk oluşturduğuna dikkat çekilen
iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında,
sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı
altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri
karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu. Toplumdaki bu
ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş
ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke
borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede
kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen
güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçırılmaz bir
fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör
olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye
sürüklemişlerdir.
12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında,
halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla
aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından
görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü
yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine
karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması,
olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden
güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat
güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde,
olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini
isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin
denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa
sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna
varılmaktadır.”
Türkiye'nin 12 Eylül'e götürüldüğü süreçte yaşanan, toplumu en
çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan
terör olayları irdelenen iddianamede, bu olaylar ele
alınırken, Ali Kuzu'nun “12 Eylül İhtilali ve Onların
Çocukları”, Mehmet Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar'ın “12
Eylül Türkiye'nin Miladı”, Muslih İpekliler'in “Anılarda 12
Eylül”, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın “İşkence Dosyası,
Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”, Murat Belge'nin “12 Yıl
Sonra 12 Eylül”, Yaşar Okuyan'ın “12 Eylül'den Anılar,
Mektuplar ve Belgeler, O Yıllar”, Ahmet Ulu'nun “Mamak'ta 30 Gün”
adlı kitaplarından alıntılar yapıldı.
OLAYLAR
12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977
olayına yer verilen iddianamede, olayın oluş şekli, görgü
tanıklarının anlatımları, ateş edenlerin birçok kişi
tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların hiçbirisinin
yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç
çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye
zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek
isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir
provokasyon olduğu kaydedildi.
İddianamede, 6 Nisan 1978'de Ankara Emek Postanesi'nden evine
gönderilen bombanın patlaması sonucu Adalet Partili Malatya
Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ile gelini ve torununun
öldürüldüğü, Fendoğlu'nun solcularca öldürüldüğü düşüncesiyle
halkın ayaklanarak, Aleviler ile solculara karşı saldırılar
gerçekleştirildiği, aynı tarihte, aynı postaneden Adıyaman Emniyet
Müdür Muavini Abdülkadir Aksu'ya da bombalı paket
gönderildiği, alıcıya ulaşmadığı gerekçesiyle iade edilen
bombanın, uzman ekiplerce imha edildiği anlatılan iddianamede,
7 Nisan 1978'de de Çankaya Postanesi'nden Kahramanmaraş'ın
Pazarcık ilçesinin CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı
Memiş Özdal'a paket içerisinde bomba yollandığı, Özdal'ın
şüphelendiği paketi geri gönderdiği, bomba nedeniyle
postanedeki bir memurun hayatını kaybettiği hatırlatıldı.
İddianamede, “3 adet bombanın, aynı ilden bir gün arayla farklı
siyasi görüşteki kişilere gönderilmesinin, olayın toplumda
kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli
güçler tarafından tertiplendiğini gösterdiği” savunuldu.
16 MART KATLİAMI
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinden çıkan sol görüşlü
öğrencilere açılan ateş ve atılan bomba sonucu 7 öğrencinin
öldüğü, 50'den fazla kişinin yaralandığı hatırlatılan
iddianamede, olaydan uzun süre sonra bombayı atan Zülküf
İsot'un, katliamı ailesine itiraf ettiği, İsot'un, itiraftan kısa
süre sonra kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından
öldürüldüğü belirtildi.
İddianamede, bu olayla ilgili, “Olayda, suçlunun takibine
amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli
polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp
ceza alan fail Zülküf İsot'un eylemi polisin kendisine
yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER
ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki
görevlilerin de kullanılmasıyla toplumda kaos oluşturmak ve
yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı
anlaşılmaktadır” görüşüne yer verildi.
“KAHRAMANMARAŞ OLAYLARI 12 EYLÜL'ÜN NEDENLERİNDEN BİRİ”
İddianamede, 1978'te Sivas'ta Alevi ve Sünniler arasında meydana
gelen olaylara yer verilerek, dönemin Devlet Bakanı Enver
Akova'nın, “Sivas halkının olaylara karışmadığı ve aşırı
uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu” yönünde
beyanda bulunduğuna dikkat çekildi.
Bazı güvenlik güçlerinin, Sivas'a dışarıdan toplulukların
getirildiğine ilişkin ifadeleri vurgulanan iddianamede,
Sivas'ın, Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması
nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda
Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünnileri
Aleviler aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılması
gözetildiğinde, “olayın ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri
darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından
çıkarıldığının anlaşıldığı” kaydedildi.
Kahramanmaraş'ta 19-26 Aralık 1978 arasında meydana gelen
olayların, 12 Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm
noktalarından biri olduğu belirtilen iddianamede,
“Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin
nedenlerinden biri olarak görülmektedir” ifadesi kullanıldı.
Olayların ardından 26 Aralık 1978'de 13 ilde sıkıyönetim ilan
edildiği bildirilen iddianamede, “olayın, toplumda kaos
oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler
tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik kuvvetlerince de
müdahale edilmediği kanaatine varıldığı” görüşü yer aldı.
İPEKÇİ SUİKASTI VE ÇORUM OLAYLARI
Milliyet gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi'nin, 1 Şubat 1979'da Mehmet
Ali Ağca tarafından öldürüldüğü anımsatılan iddianamede,
“Ağca'nın, kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair
açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker
elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve
çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen
güçler tarafından planlandığını gösterdiği” kaydedildi.
Çorum'da 1980'de meydana gelen olaylarda bir kez daha Alevi ve
Sünnilerin karşı karşıya getirildiği ifade edilen
iddianamede, olaylarıyla ilgili şu değerlendirmede
bulunuldu:
“Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya
olaylarındaki gibi 'Cami bombalandı' , 'Sular zehirlendi'
gibi söylentilerle Alevi ve Sünni halk kitlelerinin karşı
karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay
Komutanı'nın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı
bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara
müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların
kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların
sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin
Camisi'ne bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız
olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın
gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa
darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları
birlikte değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak
yapılacak darbeye zemin hazırlamak isteyenler tarafından
çıkarıldığı anlaşılmaktadır.”
FATSA OPERASYONU
Ordu'nun Fatsa ilçesinde, 14 Ekim'de 1979 ara seçimlerinde,
“arkasında Devrimci Yol Örgütü'nün desteği olan, Terzi Fikri
adıyla üne kavuşan Fikri Sönmez'in” belediye başkanı
seçildiği hatırlatılan iddianamede, Fatsa'da bu tarihten
sonraki gelişmeler özetlendi.
Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan
gelen askeri birliklerle operasyon düzenlendiği belirtilen
iddianamede, operasyon emrini dönemin Genelkurmay Başkanı
Kenan Evren'in verdiği, direnişle karşılaşmayan operasyonlar
sonucunda Sönmez ile birlikte 300 kişinin gözaltına alındığı
anlatıldı.
İddianamede, şunlar kaydedildi:
“Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu'nun
Fatsa ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren'in
emriyle müdahale edilmişti. O tarihte sıkıyönetim ilan edilen
iller arasında Ordu yoktu. Dolayısıyla TSK, sıkıyönetim
kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu. Oysa
şüpheli Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak
neden müdahale edilmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan
edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiştir. Esasen
her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir
ortamda, başbakan, hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine
doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı
olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu
verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin,
terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler
önüne çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak
takdir edilebilirdi. Fatsa operasyonu bu yönüyle dikkate
değerdir.”
“DARBENİN İŞARETİ”
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin 6 Nisan
1980'de dolmasının ardından Cumhurbaşkanı seçimine yönelik
çalışmalara yer verilen iddianamede, “dönemin TSK komuta
kademesinin, yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması
için Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi
istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl
amacın her halükarda darbe yapmak olduğu” ileri sürüldü.
12 Eylül askeri darbesine giden süreçteki önemli olayların
birinin, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs
mitingi olduğu ifade edilen iddianamede, darbenin bir diğer
işaretininden de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in 30
Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verdiği mesajlar olduğu
savunuldu.
Evren'in, TSK'ya verdiği mesajda, “Aziz arkadaşlarım. Sizler de
bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü
duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar
bir avuç azınlıktır” , “Siz onların hepsini bir anda yok
edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı
güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl
yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir”
gibi ifadeler kullandığına dikkat çekilen iddianamede, bu
olay şöyle değerlendirildi:
“Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin,
mitingi düzenleyen MSP'nin Genel Başkanı olan Erbakan'ın
komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında ayağa
kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye
Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç
alınmaması ve bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı
kıyafetleri dikkate alındığında MSP'li olmadığı, benzer
provokatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede
gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.”
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, 12 Eylül askeri darbesine
ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan
Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırladığı
iddianamede, darbeyle TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve
cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu ifade
edildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Bülent Ecevit ve
Süleyman Demirel'in hükümet kurduğu dönemlere de yer
verilerek, o günlerin Türkiye'sinin, ekonomik çöküntü
içerisinde olduğu, terör olaylarının günden güne tırmandığı
kaydedildi.
Askeri müdahale fikrinin 1979 Temmuz ayında ordunun üst
kademelerince konuşulmaya başlandığı, Kenan Evren'in kuvvet
komutanlarıyla görüşmeler yaptığı anlatılan iddianamede,
Evren'in yaptığı görüşmelerde Genelkurmay 2. Başkanı
Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istediği
ifade edildi.
İddianamede, 21 Aralık 1979'da, Kenan Evren'in kuvvet komutanları,
Harp Akademileri komutanı, ordu ve kolordu komutanlarının
katılımlarıyla toplantılar yaptığı, 26 Aralık 1979'da
hükümetteki parti liderleriyle, diğer siyasi parti
liderlerine “uyarı mektubu” verilmesinin kararlaştırıldığı ifade
edildi.
Kenan Evren'in, 27 Aralık 1979'da, Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Nurettin Ersin'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Bülend Ulusu'nun, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Tahsin Şahinkaya'nın ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Sedat Celasun'un imzalarını taşıyan, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir “uyarı mektubunu”,
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği belirtilen
iddianamede, Korutürk'ün de 2 Ocak 1980'de Başbakan ve Adalet
Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel
Başkanı Bülent Ecevit'i, Çankaya Köşküne davet ederek, bu
mektubun örneğini iki lidere verdiği kaydedildi.
Cumhurbaşkanı Korutürk'e verilen “Türk Silahlı Kuvvetlerinin
Görüşü” başlıklı uyarı mektubunun da yer aldığı iddianamede,
“Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun komuta kademesinin,
içerisinde bağlı oldukları başbakanın da bulunduğu siyasi
parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta, 'Türk Silahlı
Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri
uyarmaya karar vermiştir' ifadesini kullanması, cumhuriyet
tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç
Hizmet Kanunu'nu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim
açısından tehdittir” denildi.
Darbeye hazırlık süreci
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Saltık'ın
4 Haziran 1980'de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e sunduğu
“Bayrak Harekatı” adı verilen planın Evren tarafından
incelendiği anlatılan iddianamede, 1 Temmuz 1980'de komuta
kademesince yapılan toplantıda darbe günü olarak 11 veya 12
Temmuz'un belirlendiği, ancak darbenin bu tarihte
gerçekleştirilemediği ifade edildi.
Askeri şuranın Ağustos 1980'de yapıldığı, burada askeri darbenin
komuta kademesinin belirlendiği anlatılan iddianamede, komuta
kademesince 26 Ağustos 1980'de gerçekleştirilen toplantıda
harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı, ikinci kez
harekat zamanı olarak 12 Eylül'ün belirlendiği kaydedildi.
Askeri Harekatın tarih ve saatinin, planda “G” günü, “S” saati
olarak kodlandığına yer verilen iddianamede, 5 Eylül 1980'de
Genelkurmay Başkanlığından çıkan kuryelerin, harekatın “12
Eylül-saat 04.00”te yapılacağını belirten emrin bulunduğu
zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiği
belirtildi.
12 Eylül Askeri Darbesi ve Sonrası
İddianamede, 12 Eylül 1980'de saat 03.59'da TRT'de, Genelkurmay ve
Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren
imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı
bildirisine yer verilerek, bildiride, Türk Silahlı
Kuvvetleri'nin emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el
koyduğu, parlamento ve hükümeti feshederek sıkı yönetim ilan
ettiği, yurt dışına çıkışları yasakladığının yer aldığı
kaydedildi.
İddianamede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yayımladığı “4
numaralı” bildiride, Milli Güvenlik Konseyinin, Genelkurmay
Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı
Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral
Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat
Tümer, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan
oluştuğu ve Milli Güvenlik Konseyi sekreterliğine Orgeneral
Haydar Saltık'ın atandığının belirtildiği aktarıldı.
İddianamede, 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2.
maddesinde yapılan
“Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine
ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev
ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak
Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu
belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik
Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve
kullanılır” düzenlemesiyle, TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve
cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu
savunuldu.
12 Eylül askeri yönetimince ülkenin tamamının denetim ve kontrol
altına alındığı, siyasi partilerin faaliyetlerinin
yasaklandığı, 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 sayılı
Kanunla başta Atatürk'ün kurduğu CHP olmak üzere bütün
partilerin kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının bütün
mallarının hazineye devredildiği anlatılan iddianamede, 11
Eylül 1980'de parlamento üyesi bulunan siyasi parti
mensupları ile her kademedeki siyasi parti yönetici ve
mensuplarının, sözlü veya yazılı beyanda bulunmalarının, makale
yazmalarının, toplantı yapmalarının, sıkıyönetim
komutanlıklarının koyduğu yasakları ve aldığı kararları
herhangi bir şekilde tartışılmasının yasaklandığı belirtildi.
“30 BİN MEMURUN GÖREVİNE SON”
Askeri darbeden sonra Türkiye'nin 13 sıkıyönetim bölgesine
ayrıldığına yer verilen iddianamede, basına uygulanan sansüre
ilişkin, dönemin gazetecilerinden Nadir Nadi'nin ifadelerine
ve 14 Eylül 1980'de TRT'ye gönderilen emirlere yer
verildi.
Toplum üzerinde kurulan baskı ve yayın yasaklarıyla düşünce
hürriyetinin tamamen ortadan kaldırıldığı ifade edilen
iddianamede, şu bilgilere yer verildi:
“Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir
yargı kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildi.
7233 memur bölgelerinin dışına gönderildi. 300 bin kişiye
sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmedi. Pasaport
verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su
da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği
için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi
tarafından yurt dışına kaçan 14 bin kişi vatan haini
oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.”
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak hazırlanan
iddianamede, 12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin
Demirel'in 1987'de verdiği bir mülakattaki, “12 Eylül'ün geç
yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın,
millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en
az bir yıl önceden yapardım” sözleri aktarılarak, “Bu
sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden
karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde
meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine
bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl
şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat
kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
İddianamede, “askeri darbe yönetimince gözaltında ve
cezaevlerinde uygulanan işkencelere ilişkin olarak işkence
mağdurlarının beyanlarına” yer verildi.
Buna dair başlık altında, bazı kişilerin, konuyla ilgili
olarak basın-yayın organlarına verdiği demeçlerden alıntılar
yapıldı, bazı kişilerin ise soruşturma sürecinde savcılığa
müşteki olarak verdiği ifadeler aktarıldı.
Bu kişiler arasında, eski BBP Genel Başkanı merhum Muhsin
Yazıcıoğlu ile Nimet Tanrıkulu, Namık Kemal Zeybek, İbrahim
Ünal, Yaşar Yıldırım, Celalettin Can, 12 Eylül döneminde idam
edilen Erdal Eren'in amcasının oğlu Gökhan Eren, Yaşar
Okuyan, Emek Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yalçıner,
eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mahir Kadir
Damatlar, Oğuzhan Müftüoğlu, Yılma Durak, İbrahim Ünal, Selim
Dindar, Orhan Miroğlu, Abdurrahman Yücel, Mustafa Kahya,
Yılmaz Kızılırmak, Yener Turan, Reşat Keskin, Metin Terzi, Cumhur
Yavuz ve Osman Başer yer aldı.
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in, 5
Temmuz 1987'de Milliyet Gazetesinden Yener Süsoy'a verdiği
mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum.
Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından
tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden
yapardım. Bir yıl çok kan aktı” sözlerine dikkat çekilerek,
“Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl
önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın
gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının
üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir
yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat
kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
SANIK EVREN'İN SÖZLERİ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli
Kenan Evren”in 1 Mart 2006'da Kanal D'deki Genç Bakış
programındaki şu sözlerine de bir kitaptan alıntılanarak, yer
verildi:
“Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız
lazım. Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel
olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar
rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O
gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı.
Çünkü 12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar
hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler
falan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne
yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok
rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu
müessif olaylar oldu.”
12 Eylül askeri darbe dönemindeki gözaltı merkezleri ve
cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemlerinin tek tek
sıralandığı iddianamede, darbeyle birlikte gözaltı
işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen
ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak
benimsendiği belirtildi.
Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlüyseler sol
görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri,
sol görüşlüyseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan
işkenceci ekipler tarafından sorgulara tabi tutuldukları
aktarılan iddianamede, gözaltında ve cezaevinde keyfi ve
sistematik işkencenin olduğu, cezaevlerinde “eğitim” adı
altında bir kısım hareketler ve marşların mahkumlara
psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldığı
anlatıldı.
SİSTEMATİK İŞKENCENİN MERKEZLERİ
Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaevinin,
sistematik işkencenin merkezi haline getirildiği belirtilen
iddianamede, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL'ın (Derin
Araştırma Laboratuvarı), Adıyaman'da Pirin Palas
Hapishanesinin ve İstanbul Gayrettepe'nin öne çıkan işkence
merkezlerinden olduğu vurgulandı. İddianamede, “Sayılan bu
yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve
cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya
çıkmaktadır” denildi.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran,
Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci
Tetik'in bulunduğu ve işkence emirlerini verdikleri ifade
edilen iddianamede, Ankara Emniyeti'nde ise polis amirleri
Zeki Kaman ve Dürüst Oktay'ın işkence uygulamalarında öne
çıktığı bildirildi.
191 KİŞİ ÖLDÜ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve
gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda
ölümler meydana geldi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile
yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983'e kadar
gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi.
Bunlardan 5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence
sonucunda hastalanıp ölmüştü. Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle
31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde ölenlerin sayısı 43
kişiydi” ifadeleri yer aldı.
12 Eylül askeri darbesi nedeniyle açılan davanın
iddianamesinde, sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın,
soruşturma aşamasındaki ifadelerinde, eylemlerini, “Türk
Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesine
dayanarak gerçekleştirdiklerini” ifade ettikleri
belirtilerek, “35. madde, hiç kimseye demokratik düzeni ortadan
kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe
yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına
bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya
sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye
zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet
içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış
terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin,
olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını
engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı,
bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde
örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan
yapılamayacağı ifade edildi.
Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri,
her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde
oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru
görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek
gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay
amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, darbe için bir
yıl şartların olgunlaşmasını beklediklerinin anlaşıldığı
kaydedilen iddianamede, “12 Eylül askeri yönetiminin,
gözaltına alınan sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı
fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı,
yola getirilmesi gereken kişiler olarak gördüğü”
bildirildi.
İddianamede, şu ifadeler kullanıldı:
“Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle
kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tektipleştirmek
istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır'
denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve
hücrelere koyup zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler,
bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve
ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle
düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu
yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.”
EVREN'İN İFADESİ
İddianamede, Kenan Evren'in soruşturma aşamasındaki ifadesine de
yer verildi.
İddianameye göre Evren, ifadesinde, 12 Eylül 1980 öncesinde ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumu özetleyerek, anayasal kurumların görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını anlattı.
“Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini” söyleyen Evren, “o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumu gözeterek, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını” bildirdi.
Ülke yönetimine el koyduktan sonra TBMM ve hükümetin
feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak
kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle TBMM, Senato,
cumhurbaşkanına ait yetkileri, oluşturulan Milli Güvenlik
Konseyine geçici olarak verdiklerini ifade eden Evren, ardından
oluşturdukları Danışma Meclisine görevleri devrettiklerini ve
parlamenter sistemi esas aldıklarını savundu.
“TSK'nın, insanların ölümünü bekleyip, sonuçta bunu fırsat
olarak değerlendirip yönetime el koymasının
düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini,
bunu kesinlikle kabul etmediğini” dile getiren Evren, “pişman
olmadığını” bildirdi.
“12 Eylül sonrası, Ege sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir yazılı güvence almadan, NATO Başkomutanı Rogers'ın vermiş olduğu sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu” kaydeden Evren, 1982 Anayasası taslağında cumhurbaşkanının 2 kez seçilebileceği konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin “Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek olursa, tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar” diyerek, bu hükmü anayasaya koydurtmadığını dile getirdi.
ŞAHİNKAYA'NIN BEYANI
Tahsin Şahinkaya ise soruşturma sırasında alınan ifadesinde,
özetle, “darbe yapmadıklarını, kanlı olayların önüne
geçtiklerini” öne sürerek, “darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra
hükümeti bırakmayacağını” söyledi.
Şahinkaya, 35. maddede verilen, devleti koruma ve kollama
yetkisine dayanarak yönetime el koyduklarını savunarak,
“memleketin o dönemde sahibinin olmadığını, bu çerçevede ne
gerekiyorsa onu yaptıklarını” kaydetti. Şahinkaya, “12 Eylül
askeri darbesinin ABD'nin bilgisi ve desteğiyle yapılmış
olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını” da ifade etti.
“35. MADDE ASKERİ DARBE YETKİSİ
VERMEMEKTEDİR”
Sanıklar ve avukatlarının, savunmalarında, askeri darbenin
35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirttikleri
anımsatılan iddianamede, şu değerlendirmelere yer
verildi:
“Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde
yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan
en yukarıda anayasanın yer aldığı, kanunların ise anayasanın
hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların
anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır.
Bu nedenle, kanunlar anayasaya aykırı olamayacakları gibi
kanunla verilen bir yetkinin anayasayı ortadan kaldırmak
amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz
konusu hüküm, anayasal düzeni, anayasa ile kurulmuş devlet
düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak
ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.”
Kaldı ki darbeyi yapanların, darbe ve sonrası eylemlerinden
dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu
bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinindeki
düzenlemeyi oluşturma ihtiyacı hissettikleri ifade edilen
iddianamede, “Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç
kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük
kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi
vermemektedir” denildi.
“ZAMAN AŞIMI” DEĞERLENDİRMESİ
İddianamede, “zaman aşımı” yönünden değerlendirmelere de yer
verildi.
1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki düzenlemenin, sanıklar
hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu
belirtilen iddianamede, ancak gerek anayasada gerekse Türk
Ceza Kanunlarında, soruşturma ve yargılama engelinin
bulunduğu hallerde zaman aşımının işlemeyeceği kuralının
öngörüldüğü ifade edildi.
İddianamede şunlar kaydedildi:
“Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan
geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve
kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan
eylemlerde zaman aşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980
ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982
Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım
1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zaman aşımı
süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zaman
aşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun
Resmi Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden
itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle
iç hukukumuza göre zaman aşımı süresinin dolmadığı
anlaşılmaktadır.
Anayasanın geçici 15. maddesinin bir tür af kanunu olarak
değerlendirilmesi mümkün değildir. Anayasayı ihlal (askeri darbe)
suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM'nin görevine
başladığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar işlenmeye devam
etmiştir. Anayasanın 15. maddesi ise 9 Kasım 1982 tarihinde
yürürlüğe girmiştir.”
İddianamede, bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri
Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı
Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral
Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi gereğince ek
kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiği de belirtildi.