BIST 9.693
DOLAR 32,59
EURO 34,81
ALTIN 2.506,03

Z Kuşağı Nasıl İkna Edildi?

Bir Çin atasözü; “Bir yıl sonrasını düşünüyorsan buğday ek; on yıl sonrasını düşünüyorsan ağaç dik; yüz yıl sonrasını düşünüyorsan adam yetiştir.” Diyerek gelecek nesillerin önemine işaret eder. Günümüzde nesil denildiğinde ise akla tek bir kuşak geliyor; z kuşağı. Öncelikle z kuşağı” kavramının yerli olmadığını, 2012 yılında, ABD’li bir on-line platformun gelecek neslin adını seçmek için düzenlediği bir yarışmada en çok önerilen isim olduğunu bilmemiz gerekiyor.

Alfabenin son harfiyle zaten ötekileştirdiğimiz bu nesil, kendine has özellikleri ile birçok mecrada ve neredeyse her seçim döneminde sık sık gündeme geliyor. Fakat gündem olma durumu ve onları anlama isteği, sağlıklı bir gelecek inşası için değil; z kuşağının daha çok tüketmesi, ekonomik, siyasi ve sosyal olarak daha kullanılabilir bir araç haline gelmesi için.  

Teknolojinin ana aktör olduğu bir çağda doğduklarını kabul etsek de, şu an yaşanan durum, onların dijital bir çağda doğdukları ile açıklanacak kadar basit ve yüzeysel değil. Ben odaklı kişiliğin bedene bürünmüş hali olarak tanımlayabileceğimiz z kuşağının en önemli özelliği, ayartıcı bir özgüvene sahip olmaları. Toplumu ve geleneği yok sayarak, toplumsal ölçütlerin uzağında yaşayan z kuşağı; özgürlüğü, özerk olmayı ana ilke olarak benimsiyor ve dijital araçlarla ana damarına zerk edilen ‘ben, ben, yine ben…’ ithal aşısıyla kadim değerlerimize karşı güçlü antikor üretiyor.

Çocuklarımız maalesef uzun ekran sürelerinin neden olduğu mutsuzluğa rağmen  yüz yüze iletişime  çok az ihtiyaç duyuyor. Daha doğrusu yüz yüze iletişim, onlar için sosyal platformlar vasıtasıyla çevrimiçi gerçekleşecek kadar basit ve önemsiz. Her şeyi olduğu gibi kabullenmenin acıtmadığı pasif bir edilgenlik içinde fakat karar verici bir pozisyonda olmak gibi paradoksal isteklere sahip olduklarının farkında değiller.

Z kuşağı taşıdığı dijital barkodla ve sahip olduğu “ben odaklılıkla” varlığını sürdürmeye devam ederken biz, ben odaklılığın iyi bir şey olmadığını tartışmayı çoktan bıraktık. Onu içselleştirmeye, normal hatta faydalı görmeye başladık. Bu aşamadan sonra kendimizle barışık olmamızı sağlayan manevi duygularımızın yerini içi boş duygu ve kavramlar istila etti. Aynı zaman diliminde yaşayanların aynı dili konuşamamasını ise kimse garipsemedi.

Bize yakışmayanı, herkesten daha çok kendimize yakıştırdığımızdan beri büyük "kişilik zelzeleleri" yaşadık. Dolayısıyla gelecek tasavvurumuzu, İslam’a, ahlaka ve edebe dayanan kadim geleneğimizden değil; yeni kuşakların yeni normalleştirmelerine göre imar etmeye kalktık. Oysaki kâmil insan olmanın yolları bir sırra büründürülmemişti ve söylenildiği gibi; hiç bir insan hakikâtı görmek istemeyen kadar kör olamazdı. Fakat ithal çimentolu "ben" dünyasının manevi körleri boş durmadı ve gelecek nesillere ayartıcı bir özgüvenle var olabilecekleri dünya vaat ederek yokluğun kapısını ardına kadar açtı.