BIST 9.713
DOLAR 32,52
EURO 34,81
ALTIN 2.429,40

Yokluğun evliyaları dindarlar, varlığın nesi?

Bir önceki yazımda istişare neticesinde varmaya çalıştığım bir konudan bahsederek sizleri bir hikâye ile baş başa bırakmıştım.

Bir önceki yazımda istişare neticesinde varmaya çalıştığım bir konudan bahsederek sizleri bir hikâye ile baş başa bırakmıştım.

Konuya gelecek olursak…

Geçtiğimiz günlerde bir psikolog arkadaşımla sohbet ederken ilginç bir ayrıntıyla karşılaştım. Arkadaşımın dediğine göre iş yoğunlukları son birkaç yılda oldukça artmış. Hatta önümüzdeki iki aylık programı şimdiden dolmuş durumda. İlginç olan bu değil tabii..

İlginç olan psikologlar ve psikiyatristlerin iş yükünü artıran kesimin “dindar” kesimden oluşuyor olması…

Dindar kelimesini özellikle seçtim. Müslüman veya muhafazakâr kesimden bahsetmiyorum.

Hayatlarında dini hükümleri esas kılan ve bu esaslara göre yaşamaya çalışan, harama ve helale dikkat eden, tesettürü “tesettür” gibi giyinen kesimden bahsediyorum.

Adı Müslüman olup yaşantısı, giyimi İslami olmayanlar yani başka bir tabirle “süslüman” olanlar değil söz konusu olanlar.

Bir başka ayrıntı ve naçizane tespit ise şöyle: 70’li yılların iktidarı dönemi incelemeye alındığında görülecek ki; o dönem psikolog ve psikiyatrların kapıları seküler ya da laikler tarafından aşındırılıyordu.

Bunun sebebi; iktidarın bu kesim üzerinde oluşturmuş olduğu refah ve ekonomik düzeyin içselleştirilmemesi sonucunda oluşan ruhsal çöküntüler.

Eğer bu süreç hakkıyla ihata edilerek içselleştirilmiş olsa kişilik ve şahsiyetlere zeval gelmeyecek ve ruhsal çöküntü oluşmayacaktı.

Aradan geçen uzun yıllar sonrasında devran dönmüş oldu ve toplumunda büyük çoğunluğunun isteği üzerine seçilerek iktidarı devraldık.

Lakin hem 28 Şubat sürecinde hem de solun iktidarı sürecinde gözlemlenen tabloya bakıldığında psikolog ya da psikiyatr kapıları dindarlar tarafından çare kapısı olarak aranmadı.  Onun içindir ki bir dönem şu sözü meşhur bile yaptık; “İnançlı insan psikoloğa mı gidermiş!”.

Dindar kesimin üzerinde baskıların arttığı 28 Şubat döneminde tüm baskılara, tüm zorlamalara, tüm ikna odası çabalarına rağmen psikolog ve psikiyatristlere giden dindar insanlar parmakla sayılacak kadar az olduğu çok net bir şekilde aşikâr. Pek tabi bunu parasızlık ile bağdaştıranlar olacaktır ama yanılacaklardır.

Baskı ve şiddetin en yoğun olduğu zamanda psikolojik desteğe ihtiyaç duymayan dindar kesimimiz en rahat, en müreffeh, en varlıklı, en zengin dönemleri yaşadığımız şu zamanlarda psikolog ve psikiyatristlerin kapısını ne için aşındırıyor?

Bu sorunun cevabını verebilmek için neyin değiştiğine bakmak gerekiyor. Son 15 yılda iktidarın el değiştirmesi ile birlikte dindar kesim “para”yla tanıştı.

Sadece tanışmakla kalmadı aynı zamanda zenginleşti. Hayat kalitelerimiz ve refah seviyelerimiz arttı.

Dünyanın en güzel tatil beldelerine gitmeye başladılar. Çok yıldızlı otellerde konaklamaya, lüksün ve refahın en alasını yaşamaya başladılar.

Dünyayı gezmeye, görmeye, yeni yaşam tarzları ile tanışmaya başladılar. Modanın en sıkı takipçileri haline dönüşerek bir parça giysiye bir aylık maaş ücreti verebilecek kadar zenginleştiler.

Fakat ortada bir tenakuz vardı. Karşılaştıkları yeni hayat tarzları, hayat biçimleri, satın alabilecekleri şeyler inançları ile örtüşmüyordu. Karşılarına çıkan Batılı yaşam tarzını kendi inançları doğrultusunda yaşamaları mümkün değildi.

Mesela; elbiseye verdikleri paralar israfın zirvesindeydi ve inançları bunun yanlış olduğunu söylüyordu. Tatil beldelerinde mahrem sınırlarını aşarak yaşamak inanç değerlerine göre günahtı.

Bütün bunlardan etkilenen insanımız beklentilerini ve kişiliklerini yüksek tutmaya başlayınca narsisizm, ben merkezcilik, anti sosyal kişilik bozuklukları zuhur etmeye başladı.

Bu dünyaya adım atanların vicdanları ve kalpleri bir süre sonra bu yeni yaşam tarzının getirdiği yükü kaldıramadı.

Ruhlarımız sıkıldı, daraldı ve bunaldı…

Bunun sonucunda psikolog ve psikiyatristlerin kapılarını aşındırmaya başladık.

Peki, sorun çözüldü mü? Hayır!

Bu hayatı yaşamak istiyorlar ama karşılarına inançları çıkıyor. Ya yaşayamıyor veya yaşayıp kendileriyle ters düşüyorlar. Her iki durumda da bunalım kaçınılmaz…

Ne yapmak lazım peki?

Ya Batılı tarzda modern yaşamın önünü açacak sözüm ona fıkhi çözümler sunulmalı –ki seküler dünyadan farkı kalmaz-  veya İslami bir muhafaza ile hepimiz örselenmeliyiz.

Diyanet özellikle dindar kesimi bilinçlendirecek eğitimler, konferanslar, seminerler, vaazlar, hutbeler, dokumanlar, vs. hazırlamalı.

Devlet nezaretinde sosyologlar aracılığıyla dindarlara yönelik yeni durumu içselleştirme ve inançlarına ters düşmeden bir yaşamın olabileceğini anlatmalılar.

Bu sorunu görmezden gelemeyiz. Eğer görmezden gelmeye devam edersek ilahi bir müdahale ile karşılaşabiliriz maazallah.

İşte o zaman helak olduğumuz gündür…       

KISSADAN HİSSE

Şimdi gelelim bir önceki yazıma almış olduğum hikâyeden ne anladığımıza; nasıl ki o hikâyede dağda evliya olan zat şehirde melekelerini kaybettiyse aynen öyle de yokluğun evliyaları olan dindarlar varlıkta sefilleri oynuyorlar maalesef.