BIST 9.080
DOLAR 32,37
EURO 35,02
ALTIN 2.323,50

Pusuda bekleyenler...

Siyaset böyle bir şey. İçinizdedirler, ikbali paylaşırlar. Hafif bir zeval belirtisi ortaya çıkınca bir kısmı arazi olur, bir kısmı ise “ben demedim mi?” pozisyonu alıp bekler ki, ortalık durulduğunda işin başına gelebilsin…

Arazi olmak anlaşılır bir şeydir. Ortaya şayet istenmeyen neticeler çıkacağına dair bir kanaati varsa, o sorumluluğu tümden veya kısmen üstlenmemek için en iyi yoldur. Belli yere kadar gidersin, sonra “eyvallah”ı çekersin. Sonrasında da dönüp bakmaz, açıktan başka işler ve hesaplar peşinde olursun. Türkiye gibi, siyasetin gerçekten dikenli yollarda yürümek, kefenini giyerek yola çıkmak gibi realitelerle dolu bir ülkede bunun anlaşılabilir bir yönü vardır. Nimete gelmiş, külfeti görmüş ve kaçmıştır der konuyu kapatırız…

Ama etik midir, kesinlikle hayır…

Ancak hem her türlü nimete ortak olup, hem içerde kalıp hem bir köşeye çekilip, hem bırakın başarıyı geriye gidişi durdurmak için en küçük bir çaba göstermeyen, ötesinde alttan alta başarısız bir netice çıkması için bekleyenler var ya, işte siyasetin asıl kurdu, kemirgeni onlardır…

Bunlardan çokça Ana muhalefet Partimiz CHP’de çıkardı. Her seçim döneminden sonra kurultay isterler, lider değiştirmeye yeltenirlerdi. Ancak nasıl geldilerse öyle giderlerdi. Seçimlerde ortada dolanırlar, çalışıyor gibi görünürler, ancak alttan alta “Biz geleceğiz, sakın ola istenmeyen bir başarı elde etmeyin” i yayarlar, seçim sonuçlarının açıklandığı dakikadan itibaren kazan kaldırıp kurultay çağrısı yaparlardı.

Solun bu hastalığı bir gün geldi, sağda da nüksetti. Seçimlerde sahalarda boy göstermeyenler, gösterdiğinde de çalışıyormuş gibi yapanlar, başarı için liste başı oldukları halde çalışmayanlar parti yönetimine, lidere yönelik eleştiri dozunu yükseltip, değişiklik talepleriyle ortaya çıktılar…

Önce MHP’de “liderin yakın çevresi” diye eleştiriler başladı, halbuki eleştirenlerin hepsi de liderin en yakın çevresinde bulunmuş, pek çoğu MHP içindeki güçlerini varlıklarını liderden devşirmiş idi. Lidere operasyonda başarısız olunca işi yargı darbeleriyle, korsan kurultaylarla kotarmak istediler, yine başaramayınca ayrılıp partileştiler. Camialarına isyanda ve ayrılıkta haklılıklarını izah edebilmek için söyledikleri ne varsa sonrasında kendileri yapar oldular. Ama rahmetli Demirel’in dediği gibi “Dün dündür…” Şimdi hepsi unutuldu…

Bu günlerde benzer şeyler AK Parti’nin üzerinde gerçekleştirilmeye uğraşılıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde ortalıkta görünmeyenler, alttan alta “kaybettirin”i telkin edenler, kendi oylarını “Her şey güzel olacak” sloganı ile verenler bir de kalkmış oy hesabı yapıp, “niye kaybettik” in nedenlerini izaha uğraşıyorlar… Tüm izahları kendilerinin olmadığı bir partinin böyle başarısızlıklar yaşayacağı yolunda. Hala partinin üyesi iken maden kendileri ile parti yükselecekti niye varlıklarını gösteremediler, bunu anlatan yok…Kendilerince matematiksel hesaplar yapıp partinin oyunun yüzde elliden otuzdört’e düştüğünü iddia ediyorlar ve mesajı patlatıyorlar: İşi bize devredin. Kimsenin onlara bir şey devretmeyeceğini biliyorlar. Ama dertleri devir mevir değil, dertleri vuruşarak çekilmek…

Siyasi partiler asgari müştereklerde buluşulan yerler değil, azami müştereklerin yaşandığı yerlerdir. Kader birliği yapılmadan olmaz… Kazançta, kıvançta var olup, kaybedince, sıra tasa ve kedere gelince kaybolunacak yerler değildir.

Siyasetçinin yol arkadaşlarını bu şekilde yolda bırakması, vagondan vagona atlaması da makul bir hadise değildir.

On yedi yıllık AK Parti iktidarları ile birlikte oturmadığı koltuk, işgal etmediği mevki kalmamış olanların, işin maddi ve manevi kaymağını kimseye bırakmamışların kendilerine oturacak yeni ve büyük bir mevki bulamayınca böylesine bir tavır geliştirmelerinin ülke ve millet meseleleri ile bağını kurarak idealize edebilmek de zor…

Buna “pusuda beklemek” denir… Başka da bir şey denmez. Siyasal etik diye kendimizi yırtıyoruz, ama siyasal etik denilen şeyin yanına bile yaklaşmıyoruz.

Siyasetin sağında, ortasında ve solunda ikbal dağıtma gücü olanların da akıllı ve dikkatli olması lazım. 82 milyonluk Türkiye’nin sadece bir kısım insanlardan, yandaşlardan, candaşlardan, sözde sivil toplum yapılarından, cemaatlerden ve tarikatlardan ibaret olmadığını, rüzgârda bir değişiklik olduğunda bunların herkesten önce kendilerini terk edeceğini, yanlarında bir avuç inanmış insanın kalacağını ve bunların da işinin ehli, şahsiyetleriyle var olan, ülkelerini sevenler olacağını hiç unutmasınlar…