BIST 9.693
DOLAR 32,50
EURO 34,69
ALTIN 2.499,53

Hayat Böyle Bir Şey Değildir!

İnsan, sahip olduğu karmaşık yapısıyla diğer türlerden keskin bir şekilde ayrılır ve bu olumsuz gibi görünen özelliği sayesinde binlerce yıldır güçlü bir şekilde varlığını sürdürür. Karmaşık yapısını muhafaza ederek varlığını sürdürmek istemesinin nedeni çözümlenmenin, basit parçalara ayrılmanın insanın değersizleşmesine neden olacağına dair inancıdır. Sonuç olarak dünya, insana dair bir ikilem etrafında döner; anlaşılmak ya da anlaşılmamak!

İnsan anlaşılmak istediğinde bu isteğini konuşmadan dahi yerine getirebilir, fakat anlaşılmak istemediğinde ne kelimeler ne de başka bir şey insanın anlaşılması için yeterli olmaz. Anlaşılmak istemeyen insanı anlamak için ne kadar çaba gösterirseniz gösterin alacağınız cevap hep “Beni anlamıyorsun!” olacaktır. Bu aşamada Mevlana Celaleddin-i Rûmî’ye atfedilen o enfes cümle yüreğinize su serpebilir; “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” Peki, “Seni anlıyorum.” diyenlerin bunu bizi rahatlatmak için söylediklerini ve esasen bizi anlamadıklarını bildiğimiz halde onların bu sözü neden bizi mutlu ediyor? Çünkü karşı taraf anladığını zannederken biz de anlaşıldığımızı zannediyoruz. İlişkilerimizi zanlar üzerine inşa ediyoruz.

İnsan, duygularını gizlemek suretiyle anlaşılır olmak istemediğini hal dili ile söylerken aynı zamanda sağlıklı bir şekilde hayatını devam ettirmek istemediğini de ima etmiş olur. Çünkü insan duygularını ifade edebileceği bir hayat sürebildiğinde -modern psikiyatriye göre- birçok psikolojik hatta bedensel hastalıktan dahi kendini koruyabileceği söylenir. İfade edilebilen duygular bu nedenle hem sağlıklı bir hayatın hem de anlaşılmanın ilk adımlarından birini oluşturur.

***

Dr. Fatma Barbarosoğlu, geçtiğimiz günlerde yayınladığı köşe yazısında; “İçinde bulunduğumuz çağ, her şeyin rakamlar ve görüntüler üzerinden ölçüldüğü bir performans çağı.” diyerek ilave etti : “Sanal âlem sağır bir kalabalıktır.”

Bugün maalesef gerçek hayattan daha çok sanal âlemdeki varlığımızla, kimliğimizle hayatımızın yönünü, seyrini, başarısını ve başarısızlığını belirliyoruz. Orada beğenilenleri biz de beğeniyor, oraya tüketilmek üzere konulmuş, dramatize edilmiş bir konuya üzülüp, tepkimizi dile getiriyoruz. Yaptığımız işin izlenebilirlik ve beğeni potansiyeli düşükse yaptığımız iş de biz de yok sayılıyoruz. Çünkü üretilenlerin ve yapılanların performansını, beğenilmiş görüntüler ve reklamla abartılmış rakamlar belirliyor.

Farkında değiliz belki ama herkesin üzüldüğüne üzülüyor herkesin beğendiğini biz de beğeniyoruz. Üstelik bizi mutlu eden ya da üzen bu durumlara gösterdiğimiz tepkiler saniyelerle ölçülecek kadar anlık. Kim bilir, belki de bu yüzden sosyal medyayı seviyor; bir dostun gözlerinden daha çok onunla vaktimizi geçiriyoruz.

Kendi yıkımımızı gerçekleştirirken, sosyal medya ile hayatımıza her gün daha çok nüfuz eden “akış” kavramının tüm değerlerimizi bir sel gibi alıp uzaklara götürdüğüne şahitlik edebiliyoruz. Peki, esasen akıp giden ne? Hayatın ve insanın kendisi. Bu durumda kendini akışa kaptıran insanın yaptığı tek bir şey var; çok sıkıldığında akışı yenilemek ve tamamen bambaşka bir sayfa açmak. Fakat hayat böyle bir şey değildir; bazı acılar insana yapışır ya da bazı sevinçler kursakta kalabilir.

Bu nedenle, bir dosttan daha çok topluluğun beğenilerine, rakamlarına inanıyorsak, bir dostun yüreğinde değil sahte bir dünyada kendimize mekân arıyorsak ve hayatın içinde yoğrulması, mayalanması gerekenler alelade bir akış içerisinde gözden kayboluyorsa, hayatı değil akışı yaşıyoruz demektir.