BIST 9.464
DOLAR 32,60
EURO 34,79
ALTIN 2.492,53

Gençlik “sanata/kültüre” nasıl yönlendirilecek?

Sanat/kültür, her kişinin vazgeçilmezidir…

GÜNCEL /MÜZİK ÜNİVERSİTESİ: Cumhurbaşkanımızın talimatı ile  kurulmasına karar verilen Müzik Üniversitesi çalışmalarında, YÖK tarafından  ilk adım atılıyor. İlk çalıştay 5 Nisan’da Ankara’da yapılacak ve davet edilecek sanatçılar/akademisyenler şu sorunun  cevaplarını arayacaklar; nasıl bir müzik üniversitesi  yapılanması olmalı? Hayırlı kararlar alınmasını diliyoruz.

GÜNCEL/ÇOCUK ve TRAVMA:Ümraniye Belediyesi, 24-25 Mart’ta yararlı bir etkinlik düzenlemiş. 15 Temmuz Darbe Girişimi Sonrası Çocuk ve Travma Sempozumu” Aslında uluslararası düzenlenmiş ama isimde unutulmuş ya da gözden kaçmış  galiba...(Ama, akademik puanlamada önemi çok) Konuşulanlara göre 15 Temmuz üzerine en çok çalışan, faaliyet yapan Ümraniye Belediyesiymiş..Başkan  Hasan Can’ı kutluyoruz. Birinci gün dersim vardı, gidemedim. 2.gün takip ettim, salonda yaklaşık 100 kişi vardı.Sordum 1.gün nasılsı diye; Başkan ve protokol,  öğleden sonra sosyolog Dr.Esra Albayrak etkisiyle salon doluymuş. Ülkemiz insanı işini biliyor!... Bizlerde aynı sorunları yaşıyoruz. Başkan/Müdür/Genel Müdür/Rektör/Bakan v.b. varsa salonda gözüken, onlar olmayınca kaybolan “kurnaz” insanlar/alt görevliler... Konu çok önemli, çağrılanlar iyi hazırlanmış, ama tanınmış bir sosyolog/psikolog/gazeteci/köşe yazarı v.b.yok, ilginç değil mi? Oysa bir çok yazar; bu konulardan ekmek yiyor, kitap yazıyor, para kazanıyor... Gençlerin %80’ini türbanlı bayanlar oluşturmuştu ve sorulardan anladığımız kadarıyla bir kısmı travma merkezlerinde gönüllü çalışıyorlardı. Birleişl Krallık/Leicester University’ten katılan Prof.Dr.Panos Vostanis’in “hayat ağacı projesi” ilgi çekti. Kitapları da olan ve basında yer verilen Prof. Kemal Sayan özetle şöyle dedi; "Travma,merhamet v.b. konular çok önemli. 15 Temmuz, ağır bir hasar bıraktı topluma. Hastaları geziyoruz, tedavi edilenlerle konuşuyoruz. O gece canını düşünmeden sokağa çıkan insanlar, Yenikapı ruhunun devam ettirilmemesi üzerine ümitsizliğe kapılmışlar. Çünkü, tam, birlik beraberliğin lazım olduğu günlerde, siyasi kararla seçime gidilince, beraber savaştıkları isimlerle karşı duruma düştüler. O nedenle; etrafımız karanlık olabilir, karanlığın içinde görmeye çalışalım” Şimdi, “böyle bir şey olsa sokağa çıkarmıyım bilmiyorum” diyorlar."  Prof.Dr. Edibe Sözen konuşmasında; 15 Temmuz; “bir milletin direnişi, bir devletin dirilişidir.”Direniş ruhu, Yenikapı ruhu, bizim insanımızın mayasında var...Bayrağı ve devleti, bu millet teslim etmeyecektir.  E.Sözen,“15 Temmuzun simge isimleri, popüler kültüre alet edilmemeli” derken, internete bir haber düştü, (25.03.2017/14.47) “Türkiye'de ilk kez düzenlenen Çikolata, Şekerleme ve Pasta Festivali, Harbiye Askeri Müze'de başladı. 15 Temmuz'da Ankara'da darbeci general Semih Terzi'yi öldürerek darbe girişiminin seyrini değiştiren şehit Astsubay Ömer Halisdemir'in pastadan heykeli büyük tepki çekti.” Sunulan bildirilerin kısa zamanda basılması ile çok değerli bilgiler paylaşılmış olacaktır. Sempozyuma emeği geçenleri gönülden kutluyoruz.

GÜNCEL/ÜNİVERSİTE TEZLERi: “Naylon tez pazarı” manşetiyle yayınlanan yazı şöyle; Türkiye’de “akademik danışmanlık” ya da “tez danışmanlığı” adı altında oluşan “tez yazım sektörü” patlama yapmış durumda! Sürekli artan özel üniversite sayısı ve mezuniyet için tez yazma zorunluluğu “sektör”ü günden güne büyütüyor. Lisans tezi 2-3 bin liraya, yüksek lisans tezi 3-10 bin liraya, doktora (ve de doçentlik!) tezi ise 5-20 bin liraya “itina” ile yazılıp öğrenciye, pardon, “müşteri”ye teslim ediliyor.Tabii ki en pahalıya çıkanlar, tıp alanında “üretilen” tezler. Tahmin edilebileceği üzere “fiyat”, sosyal bilimlerde düşüyor. Elbette “anket çalışması”, “çeviri” ve “yabancı kaynak kullanımı” da fiyatı etkiliyor! “Sektör”, akademisyenlere bile istihdam imkânı sunmakta; tez-yazma gruplarında üniversite hocaları da varmış!..”   Şaşırdık mı, hayır!...ÜDS, KPSS sınavlarındaki deki usulsüzlükler, adrese teslim ilanlar, Doç. jürisi ayarlamalar ile, bir çok kişi  “liyakatsız bir şekilde” akademisyen olmuş, unvan almış…Sanki yukardakiler bilinmiyor?!...Yanlış yapanın yanına kar kaldığı bir ülkede yaşıyoruz!...Maalesef!...

Gelelim gençlik ve sanata…

Büyüklerimizden hep duyduğumuz bir söz vardır; “Oğlum/kızım gençliğinin değerini bil?!.” Ama nasıl? konusunda cevap alamazsınız kolay kolay…

Her kişi gençliğini yaşar ve bu dönemdeki izler geleceğe ışık tutar, belirleyici olur…Üniversite ve Başbakanlık GSGM Gençlik Hizmetleri Daire Başkanlığı’ndaki fahri görevlerim nedeni ile gençlerle bir arada olmanın, onlara yol göstermenin/yardımcı olmanın  zevkini yaşadım yıllarca… Özellikle gelişmemiş yörelerimizden/illerimizden gelenlerin, bütün iyi niyetlerine rağmen  nasıl zorlandıklarını ama, kültürünü yaşatmak için çabaladıklarını  çok iyi gördüm.

Tatil yörelerinde çalışan gençlerle sohbet ediyorum, bilgiler alıyorum/veriyorum…Onların, konservatuarda öğretim üyesi olduğum için, şahsıma/mesleğime  nasıl saygı duyduklarını/imrenerek baktıklarını  görüyorum…O nedenle her ilde üniversite, ilçede fakülte/yüksekokul  projesine sıcak bakıyorum…Ama, yeni kurulan üniversiteler yöneticilerinin, kaliteyi önemseyen akademisyenlerin  sosyal/sanatsal olarak, çok ilerde olması gerektiğini de düşünüyorum.

Geçtiğimiz hafta sınav salonundan çıkan gençler arasında şöyle konuşmalar duydum; Bunlar nasıl hoca/akademisyen?, üzerindekiler dökülüyor, hiçbir uyum yok, sabah kalkmış saçlarını yıkamadan-taramadan kotları çekip gelmişler v.b. O zaman bir kez daha düşündüm, gençlerin bir unvanlı görünce neler beklediğini, nasıl saygı duyduğunu... Ama farkındalar mı, işte onu başarmak lazım…

Üniversitelerde kıyafet serbest deyince; “bir giydiğini, bir hafta çıkarma giy” gibi bir durum söz konusu oldu…Bizlerde kurum içinde aynı durumu gözlüyoruz ki, bir sanat kurumunda görevliyiz…Yani işimiz sahne ve iyi/karakterli duruş göstermek, iyi örnek olmak gerek…Güzel konuşmaya, Türkçeyi güzel kullanmaya dikkat etmek, öğrencilerin de bunlara dikkat etmesini sağlamaya çalışmak…Öğrenciliğim sırasında (1975-79) sürekli takım elbise ile gelirdik konservatuara…Hocalarımızda, çok şık ve temiz giyinirlerdi..Sonra “asistan olarak” başladım (1980) göreve, yine aynı giyim tarzımız söz konusuydu… Ne zamanki 1982’de  Konservatuar İTÜ’ye bağlandı, yukarıdaki giyim(giyimsizlik) durumuna geçildi…

Bizim elimizde kitaplar/notalar vardı ve sürekli uygulama topluluklarında, derneklerde görev alıyorduk. Topluluklar kuruyor, stajlarımızı orada yapıyorduk. Para kazanmak mümkün değildi, hepsi amme hizmetiydi…Şimdiki gençler, maşallah ücretsiz bir yere gitmiyorlar… GSM’ler yoktu, ama yine de haberleşip, işleri aksatmadan bitirebiliyorduk. Şimdi, ise gençlerin elinde en pahalısından telefonlar, hem de akıllı!...Bizler kendimizi geliştirirdik, şimdiki gençlerin cepleri var ama akıllarını geliştirmiyorlar…Oysa; her ezber, her bulmaca, her kitap okuma, her eser beyni yeniliyor, geliştiriyor…Üstelik, bu telefonların zararlarını, beyne olan olumsuz etkilerini anlatamıyoruz.. Bir şey mi arıyorsun, gir arama motoruna bulsun, oysa hepsi doğru değil ki!…İnternet; iyi kullanırsan yararlı, ama muhakeme etmez gözü kapalı kullanırsan çok zararlı…

Gençler; akıllılarla sürekli bir şeyleri paylaşıp, gülüyorlar,ağızlarından. Salak, aptal, geri zekalı v.b. sözler eksilmiyor, demek ki birini beğenmiyorlar, kendileri –telefonları- akıllı ya!..Yanlarından geçiyorsunuz görmüyorlar, trafiğe çıkıyor aldırmıyorlar, araba kullanıyor umursamıyorlar, cepleri çaldığında mutlaka yetişmeleri lazım…Sonra;kazalar, acılar…

Bizim zamanımızda türkü barlar yoktu..Şimdi yüzlerce… 10 masa koy, bir genci çağır, saat 10-02 arası çalıp/söylesin ver 50-100Tl…Alan memnun, satan memnun…Ama, olmuyor, oralarda –bir kaçı dışında- sanat yapılmıyor; gençler yıpranıyor, her akşam aynı eserleri çaldığı için kendisini geliştirmiyor…

Bu arada dershanelere/müzik kurslarına yoğun bir talep var. İl ve İlçe Belediyeleri  ücretsiz kurslar, gençleri sanat/kültüre çekmek için mekan açıyorlar…TSM,THM,THO, Tiyatro, Çalgı v.b. kurslarda yüzlerce genç eğitim görüyor. Her meslekte insan; sanatla buluşuyor, kültürünü tanıyor, sosyalleşiyor… Ne kadar güzel…

Yazar Ayşegül Devecioğlu ve Roman yazmak…

“Araştırma süreci ile yazma süreci iç içe mi geçer peki? Yoksa araştırma safhasının bitmesini mi beklersiniz? Aslında en başından alacak olursak, bir romanın belirmesi ve sonrasında ete kemiğe bürünme aşamaları nasıl işliyor sizde?

A.D.: Bir şey içimde hikâyesiyle doğar. Yani onu gördüğüm ve dikkatimi çektiği zaman onu saran dünyayı da fark etmişim demektir. Şimdi yazdığım romandaki çıkış noktam olan pembe yorganı, yorgan olarak görmedim, içime hikâyesiyle doğdu. Sonra onun açtığı kapıdan girer ve dünyayla bu kez çok farklı bir düzeyde temas ederim, kendimi dünyaya açarım ve her şey de oradan doğar. Yazma sürecinde zihnimden neler çıktığını görmek beni çok heyecanlandırır. Aşağı yukarı çıkış noktamda kalırım ama arada o kadar çok şey değişir ki, buna her zaman şaşırdım herhalde hep de şaşıracağım. Roman boyunca hem romanın hiçbir zaman bitmeyeceğini, bir öncekinin son yazdığım kitap olduğunu ama aynı anda kesinlikle tamamlanacağını ve benim dizgiyi elime alacağımı düşünürüm. Bütün yazarlar gibi kelimelerle boğuşurum. Dil bana yetmez. Dil dünyaya yetmez. Her ifade yetersiz kalır. Ama yazmanın bence en tatmin edici yanı da gerçekten hakikati ifadeye sığdırdığınıza inandığınız anlardır. Benim için esas zorluk şurada; benim yorganı gördüğüm bakışın ardında benim tarihim vardır, bedenimin travmaları, yaşama sevincim, dünyaya ve insan ilişkilerine yüklediğim siyasî anlam, hepsi vardır. Yazar olarak yaşadığım zorluk da bu bakışımdan kaynaklanmaz. Siyasî mücadelenin içinde bulunmaktan dolayı zihnim durmadan parçalanır. Dünyayla, romanla birlikte kurduğum teması kaybederim. Onun dünyasından çıkarım. Halbuki benim yorgan’ın dünyasında olmam gerekir. Roman yazarken bundan daha büyük bir eziyet düşünemiyorum. Ha diyeceksiniz ki o zaman siyasetle uğraşma buna da verilecek bir yanıtım yok. Sadece diyebilirim ki imkânsız. Ben tarihimin ve siyasî bakış açımın kavrayışımı derinleştirdiğini inkâr etmiyorum, aksine. Ancak siyaseti de eyleme tarzım ikisini bir arada yürütmeye elverişli değil. Çünkü orada “konuk yazar” değilim. Bütün zihnimle bütün varlığımla bulunmaya çalışıyorum, kendimi geri çekip sınırlandırdığım zaman da siyasî mücadele içinde bulunuş tarzımdan memnun olmuyorum. Çünkü tarihim buna elvermiyor. O yüzden kendime hak da vermem, eşe dosta ağlar sızlarım, ama bunun değişmeyeceğini de bilirim. Eğer yanılmıyorsam bu durum yani siyasî oluşumdan ziyade siyasî mücadele içinde bulunuş tarzım yazarlığıma etki ediyor. Derinden derine hissiyatım bu etkinin edebiyat açısından olumlu olmadığı yönünde.” (Ayşegül Devecioğlu ile roportaj-Irmak Zileli-09.03.2017)

Şanlıurfa  Müze  Kompleksi…

Şanlıurfa'da 1,5 yıl önce bir müze açıldı sessizce ve Türkiye'nin "en büyük müzesi" unvanını aldı; “Şanlıurfa Müze Kompleksi”ni sizin için araştırdık. Urfa’ya bir kez gidebildim, çok dostumuz var, tadı damağımızda kaldı. Kısmet olursa, kısa zamanda ziyaret etmeyi düşünüyoruz.

“Müze; insanlığın ilk çağlarından günümüze kadar uzanan serüvenini, tarihi eser, canlandırma ve imitasyonlarla görme imkanı sunuyor. Balıklıgöl yakınında 200 dönümlük bir alana inşa edilen Kompleksde teşhir edilen eserler, kronolojik düzende, ait oldukları döneme ilişkin görsel canlandırmalarla ziyaretçilerine adeta "o dönemde yaşıyormuş hissi" uyandırıyor. Yüzlerce insan ve hayvan figürünün işlendiği; oyma taşlar, mezarlıklar ve kitabelerin bulunduğu Arkeoloji Müzesi, ziyaretçilerini adeta tarihsel süreç içinde yolculuğa çıkarıyor.  Geziye -insanlık tarihinin başlangıç noktası olan- Paleolitik Çağ Salonu’nda insanların; avlanma şekli, ateşi nasıl yaktığı ve toplayıcılık faaliyetlerini anlatan canlandırmalarla anlatılıyor. Güzergahı takip eden ziyaretçiler, M.Ö. 9.500'lü yıllara tarihlenen ve "dünyanın gerçek boyutta yontulmuş ilk eseri" olarak bilinen 180 sm. boyundaki "Balıklıgöl heykeli"ni görebiliyor, "Neolitik Dönemi"nde; Göbeklitepe, Nevalin Çori gibi insanlık tarihine yön  veren dönemlere ait eser ve imitasyonlarla geçmişe yönelik fikir ediniliyor. Kalkolitik Çağ Salonu'nda ise dönemin öne çıkan ticaret faaliyetleriyle ilgili canlandırmaları ve bölgede bulunan o döneme ait eserler, Tunç Çağı'nda da Lidar Höyük'ten çıkan eserler yer alıyor. M.Ö. 3.500'e tarihlenen oyuncak ve düdükler, Demir Çağı Salonu  Roma Caddesi'nde bazalt malzemeden yapılmış eserler, canlandırması yapılan cam atölyesi yer alıyor. Son olarak, İslami Dönem Salonu'nunda sergilenen tarihi eserlerin yanı sıra, "Peygamberler Şehri Urfa"da insanların tek tanrı inancı ve Nemrut ile mücadelesini anlatan 12 projeksiyon cihazından 4 duvara aynı görüntüyü veren 360 derecelik video gösterisini izlenebiliyor.”