BIST 9.080
DOLAR 32,37
EURO 34,95
ALTIN 2.325,11

Cemaat, Nur ve Topuz

İktidarın, Cemaat’i “kökü dışarıda” bir “ihanet şebekesi” sayan söylemini çöpe atıp geçiyorum. Buna mukabil, “paralel devlet” iddiasını biraz deşeceğim.

Bir önceki İnternethaber yazımda, mevcut iktidarın “paralel örgüt” diyerek tüm bir Gülen Cemaati’ni hedef almasını yermiş, bu şekilde milyonlarca insanı “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” kılmasına karşı çıkmıştım.

Sonra da sormuştum:

Peki Gülen Cemaati ne yapmalı? Tüm bu olaylardan ne gibi bir ders çıkarmalı? 

İşte, bu yazının konusu bu. Maksadı da, mütekebbirce ders vermeye kalkmak değil, dostça bir tavsiyede bulunmak.

Önce şuradan başlayayım: Ben son altı ayda iktidarın Cemaat’e yönelttiği “CIA ajanları, Siyonizm taşeronları, vatan hainleri” söyleminin zerre kadar doğruluk taşımadığı kanatindeyim. Tüm bunlar, ya su-i zandır, ya da düpedüz iftira ve yalandır.

Çünkü, evvela, “dış güçlere taşeronluk” suçlaması, Türkiye’nin seviyesi ne yazık ki epey düşük olan siyasetinin en ucuz ve en yaygın ithamıdır. Nitekim bizzat AK Parti de ilk yıllarında aynı suçlamaya hedef olmuş, Kemalist ulusalcılar (ve hatta Milli Görüşçüler) tarafından emperyalizmin, Siyonizmin maşası olmakla suçlanmıştı.

Cemaat’e gelirsek; bu camianın konu ABD veya İsrail olduğunda İslami kesimin geri kalanına göre daha temkinli bir üslup izlediği aşikardır. Ama bence bunun sebebi, Cemaat’in söz konusu güçlere “hizmet” etmesi değil, Batı’da yürüttüğü sivil toplum hizmetinin önünü açık tutabilmek için, Batı toplumlarının siyasi hassasiyetlerini de gözetmeye çalışmasıdır. Bu da son derece normal, anlaşılır bir tutumdur.

Kaldı ki, biraz tanıyanlar, Cemaat mensuplarının samimiyetle dindar insanlar olduklarını bilir. Ve bırakın “kökü dışarıda” olmayı, aksine epey yerli, Anadolulu, vatansever, Osmanlıcı insanlar olduklarını da bilir. (Nitekim liberaller ve İslamcılar tarafından fazla “milliyetçi” oldukları, Afrikalı çocuklara İstiklal Marşı okuturken duygulandıkları için eleştirilirlerdi yakın zamana dek.)

Kısacası, iktidarın, Cemaat’i “kökü dışarıda” bir “ihanet şebekesi” sayan söylemini çöpe atıp geçiyorum.

Buna mukabil, “paralel devlet” iddiasını çöpe atıp geçmeyecek, bunu biraz deşeceğim.

Ama buna girerken de, Etyen Mahçupyan’ın Akşam’daki son yazısında AK Partili muhafazakârların analizine dair söylediği bir şeyi hatırlatayım:

Eğer Türkiye’yi anlama gibi bir derdiniz varsa, yaşananları ve algıyı söz konusu öznelerin dünyasının içinden bakarak değerlendirmeniz gerekir.”

Evet, aynı şekilde, “paralel devlet” mevzusunun da, onun öznesi sayılanların “dünyasının içinden bakarak değerlendirilmesi” gerekir.

 

X X X X X

 

Bunu yaptığımda benim gördüğüm şudur:

Gülen Cemaati, Cumhuriyet’in başından beri ezilmiş ve dışlanmış bir kesimin içinde doğdu. Kendisini ezen rejime karşı susup oturmak, yahut hamasetle meydan okumak yerine, “dindar savcılar”, “dindar polisler”, “dindar bürokratlar” yetiştirmek suretiyle o rejimi uzun vadede dönüştürmeyi seçti. AK Parti ise, iktidara gelip de rejimin bıçağını ensesinde hissettiğinde, bu hazır “kadro”yu can simidi bildi.

Sonra Ergenekon, Balyoz, Oda TV gibi davalar geldi. İki ortak, bu işlerde beraber hareket ettiler. “Dokunulmazlara dokunarak”, darbe arayışlarının önünü keserek, önemli bir iş başardılar. Ama “vesayetten kurtulmak” diye tanımladıkları siyasi amaç o kadar kutsallaştırıldı ki, bu siyasi davalarda yapılan haksızlıklar görülmedi. Aksine, bu haksızlıklara ses çıkaranlar bile yeri geldi topun ağzına kondu, Ergenekoncu ilan edildi. Türk siyasi kültürünün ne kadar komplocu, paranoyak, fanatik refleksi varsa, hepsi gösterildi.

Bugün iktidarın bu geçmiş davalarda hiç bir dahli yokmuş gibi kenara çekilmesi, dahası “kumpas”tan şikayet etmesi, samimi değildir. Nitekim Ergenekon ve Balyoz mağdurlarının da çoğu bu kanıda.

Ancak, Cemaat de görmelidir ki, bu davalarda yapılan haksızlıkları (başka her iddiayı komplo teorisi saysak bile) en azından medya gücüyle cansiperane desteklemiş, bu yolla çok kalp kırmış, ah almış, düşman kazanmıştır.

Ben, 2011 senesinde yazdığım bir yazıda bu teklikeye işaret etmiş ve Bediüzzaman Said Nursi’nin 1950’lerde Menderes’e yazdığı bir mektuptaki “bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor” uyarısını hatırlatmıştım. Şöyle diyordu Bediüzzaman:

 “Bir caninin cinayeti yüzünden taraftarları veyahud akrabaları dahi şeni gıybetler ve tezyifler edilip bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile mecbur ediliyor.” (“Bediüzzaman’dan ‘Ergenekon’ dersi”, Star, 28 Mart, 2011)

İşte bugün Cemaat mensupları görmeliler ki, 2008-12 yılları arasındaki süreçteki aşırılıklar, bazı insanları “kin ve garaza ve mukabele-i bilmisile” itti. Bu insanlar, belki o hatalar olmasa, bugün maruz kaldığı siyasi linç karşısında savunabilirlerdi belki Cemaat’i.

Peki, nedir o zaman bu olaylardan çıkarılması gereken sonuç?

Bundan sonra daha dikkatli davranmak” mı?

Yoksa daha derin, daha felsefi bir ders mi?

 

X X X X X

 

Ben, derin ve felsefi bir dersin gerekli olduğunu düşünüyor, bunun referansını da yine Üstad Bediüzzaman’da buluyorum.

Geçenlerde yazdığım “Nur ve Topuz” başlıklı yazıda anlatmaya çalıştım aslında bunu. (Star, 7 Nisan , 2011) Burada biraz daha açayım.

Bediüzzaman’ın farklı risalelerinde kullandığı bir sembolizmdir “Nur” ve “Topuz”. Birincisinden kasıt “iman hizmeti”, ikincisinden kasıt “devlet gücü”dür.

Siyasal İslamcılık denen akımın bunun her ikisine birden talip olduğu, hatta evvela “Topuz” istediğini biliyoruz.

Ama Bediüzzaman bu anlayışa kökten karşı çıkıyor.  Çünkü ona göre “Topuz”un din adına ele alınması, din konusunda “mütehayyir” (şaşkın) olanları büsbütün itiyor:

O biçare ve mütehayyir olan [ekseriyete] karşı hakkıyla nur gösterilmiyor. Gösterilse de, bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, ‘Acaba nurla beni celb edip topuzla dövmek mi istiyor?’ diye telâş eder. Hem de bazan arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.” (Mektubat, s. 52-53)

İşte bu nedenle, Bediüzzaman, “siyaset topuzunu atarak iki elim ile nura sarıldım” diyor, öyle yapmayı tavsiye ediyor.

Peki ya Cemaat’e ne gibi bir ders çıkıyor buradan?

Topuz”a (siyasi değilse de bürokratik yolla da olsa) talip olmanın, “Nur”u gölgede bırakabileceği…

Öyle ya, Cemaat’in dünya çapında yürüttüğü o kadar çok ve o kadar kıymetli “Nur” hizmeti var iken, onun “Topuz”daki rolünü tartışıyor Türkiye aylardır, yıllardır.  

Bu tartışmalarda iftiralar da olsa, bire bin katılıyor da olsa, Cemaat’e bir öz eleştiri payı olsa gerek.

Peki ne yapalım, Topuz’u zalimlere mi bırakalım” diye sorulabilir. Zaten sanırım bu sorudan çıkmıştı tüm mesele…

Ben de derim ki; “Topuz”, zaten, kim onu ele almışsa onu zalimleştiren bir meret. Hep birlikte müşahade ettiğimiz gibi…

Gelin, onu ele almaya çalışmaktansa, hep birlikte ehlileştirelim de, kimsenin başına inmesin. Şeffaf, hesap veren, haddini bilen, çoğulcu, profesyonel, liberal, Avrupa hukukuna uygun bir devlete dönüşsün.

Nur da, bu bitmek bilmeyen Topuz derdinden kurtulup rahat etsin. Asli görevine, yani iman hizmetine, İslam’ın hakikatlerini tüm dünyada temsil ve tebliğ etmeye devam etsin.