İslam dininin kurullarına dayanan
ve insanı eşrefi mahlûkat olarak gören anlayışla beraber kadim
geçmişimizi göz önünde bulundurduğumuzda gelenek ile bağ kurmanın
geleceğimiz için hayati önem taşıdığını kolayca anlayabiliriz.
Çünkü gelenekle bağ kurmak, bedenen yaşadığımız fakat ruhen
çöküntüde olduğumuz bu çağda hem günümüze hem de geleceğe ruh
verecek yegâne güç. Bu güce erişmenin ilk adımı ise
“geçmişte yaşıyor” veya “eski kafalı” peşin hükümlerine kulak
asmadan kendi olmaya çalışmak.
Anadolu’nun mevcut ve
müstakbel sahipleri olarak kendimizi yalnızca bu toprakları ekip
biçen çiftçiler olarak göremeyiz, aynı zamanda sahip olduğumuz
kadim geleneğin mirasçısı, emanetçisi ve nakilcisi olarak
varlığımızı sürdürme çabasında olmalıyız. Bu
temeller üzerinde sağlam köprüler kurmayı başardığımız takdirde
günümüz sorunlarının ve çıkmazlarının neredeyse tamamına çözüm de
bulabiliriz.
Burada önemli olan nokta
geleneklerimizi 'takip' etmenin 'taklit' etmekle aynı manaya
gelmediğini idrak edebilmektir. Çünkü taklit; söz, davranış ve
tavırların tekrarından ibarettir. Mevlânâ, “Taklitçi, dere
yatağı gibidir. İçinden akıp giden suyu asla içmez.” der.
Bu bağlamda taklitçilik, insanın üretken olmasını
engelleyen bir unsurken takipçilik; geleneğin sağlam bağlarıyla
çizilmiş yol üzerinde yeni ve güvenilir bir rotanın oluşturulmasını
sağlar. Ana yol, bu sayede ara yolları da güvenli hale
getirir.
Geleneği takip etmek; yaşadığı çağı
anlamak, gelenekten kopmadan da bir hikâye yazılabileceğinin
farkına varmak ve bu farkındalığın aynı zamanda ivme noktası
olduğunu anlamaktır. Keza tarihimize baktığımızda bunu rahatlıkla
müşahede edebiliyoruz. Buna rağmen her şeyden şikâyetçi olduğumuz
ve “eskiden şöyleydi…” diyerek övündüğümüz bir zamanda,
geçmişimizle kopardığımız bağların her biri için binlerce sorunla
boğuştuğumuzun hala farkında değiliz.
İyi, güzel ve doğru diye tabir
ettiğimiz hemen her örnek için geçmiş zaman kipini kullanıyoruz.
Fakat iş günümüz problemlerine çözüm bulmaya geldiğinde yine aynı
hatayı yapıyor; gelecek ve şimdiki zaman kiplerine sarılıyoruz.
Özlemini çektiğimiz hayatın ve şimdiki problemlerimizin çözümüne
dair şifreleri geçmişle bağ kurarak elde edebileceğimizi gözden
kaçırıyoruz. Bunun bir açıklaması var elbette; insanı ve
toplumu gözeten İlahi kurallardan ziyade insanın oluşturduğu
kurallarla yaşamak daha bir işimize geliyor. Bu İlahî
kuralların insana ve topluma yüklediği sorumluluktan kaçmak için
geleneklerimize değil; bencil ve sorumsuz insanın belirlediği
normlara sığınıyoruz. Böylece kimin olduğunu bilmediğimiz bir
hayatı yaşıyoruz.
Modern dünya bütün araçlarıyla
geçmişimizle olan bağımızı kopartmaya ve hatta yerinden sökmeye
çalışırken bir yandan da Batı’nın modern değerlerinin mutlak doğru
olduğuna ikna edilmeye çalışılıyoruz. Farkında değiliz,
fakat baş tacı ettiğimiz bu yabancı/yabani değerler, geçmişimiz ve
geleneğimizle olan bağlarımızı koparıyor ve hatta yerinden
söküyor.
Hal böyle olunca geçtiğimiz
günlerde yayınlanan şu haber insanı daha bir düşündürüyor;
“Yılda sadece 10 gün açan şakayık çiçeklerini koparan ya da
yerinden sökene, jandarma tarafından 109 bin 593 lira ceza
uygulanıyor.”