Toplumsal bir kırılmanın eşiğindeyiz

Selçuk Baymaz selcukbaymaz@internethaber.com

Kim derdi ki ülkenin en huzurlu şehri Diyarbakır olacak diye…

Doğuda barış hâkimken, ülkenin diğer yarısı sancılı bir kırılma eşiğine doğru gidiyor. En azından bu kırılma şuan gönüller seviyesinde. Korkum şu ki; bu durumun toplumsal bir şiddet sarmalına bağlanması…

Peki, neden bu haldeyiz diye soracak olursanız?

Çünkü,

“empati ve sağduyumuzu” toprağa gömüp defnedeli uzun bir zaman oldu.

“Aman, ne olursa olsun hükümet kalsıncılar” ile  “Bu hükümet defolup gitsinciler”in derin savaşı arasında sıkıştık.

Mantığımızı kaybedip iktidar hırsının içine gömüldük.

Ve dahası, en tehlikeli olan; yalan söylemek, komplo teorileri üretmek,  yaftalamak, iftira atmak, olayları önyargılarla değerlendirmek günlük bir hobimiz haline geldi. Etik, ahlak, hukuk hepsi ne yazık ki mevta oldu...  

***

Tüm saydığım bu durumları ete kemiğe büründürüp anlatabilecek binlerce örnek vaka var elimizde. Sebebi ise ne yazık ki yaşayan bir nefretin içinden geçiyor oluşumuz. Daha dün Uğur Kurt adında bir gencimizi daha yitirdik.  Polis tarafından silahla başından vuruldu…

Bir kısmımız “terörist bunlar, sokakları ateşe vermelerine, ülkeyi bölmelerine izin mi verelim” diye düşünüyor yada  “Alman istihbaratı yine iş başında… Dış mihrak oyunu bunlar” gibi savları destekliyor olabilir. Velev ki tüm bu iddiaları doğru kabul edelim.

Başımızda uluslararası istihbarat ağlarının derin bir operasyonu olsa bile, bu durum bizim bir hukuk devleti olduğumuzu ve bu ilkeyi ihlal etmeden hareket etmemiz gerekliliğini değiştirir mi?

Olayda kolluk güçlerinin aşırı bir şiddet kullanımı ve temel bir hak olan yaşama hakkını sınırlaması durumu var.

Oysa özgürlüklerin hangi durumlarda sınırlandırılabileceği, anayasamızda çok açık ve net bir biçimde belirtilmiştir.  İlgili olay dış mihrakların bir oyunu olsa bile, toplumun ortak sözleşmesi olan anayasayı gündelik politik atmosfere göre yok saymamız mümkün müdür? Doğru olan bu mudur?

Keza, Polis Vazife Ve Salahiyet Kanununun 16. Maddesi, polisin  görevini yaparken direnişle karşılaşması halinde zor kullanma yetkisini çok açık bir biçimde düzenler. “Ölçülü” ve kademeli olarak , “karşıdakini etkisiz kılacak şekilde” silah kullanabileceğini belirtir.  Kanunun hiçbir yerinde meşru müdafaa kapsamında direnişçinin kafasına sıkıp onu öldürebileceği yazmaz.

Eğer kanunlar parlamentoların bir yaratısıysa ve parlamentolar da milletin iradesinin tecelli ettiği yerse, kanuna aykırı fiilleri politik nedenlerle meşru görmek; “milli irade” kavramına bir ihanet olmaz mı?

Hadi bir adım öteye daha gidip yasalarda kolluk güçlerinin böyle bir yetkiye sahip olduğunu ve iç karışıklık yaratmaya çalışan istihbarat elemanlarının sokağa indiğini varsayalım. Polisin böylesi bir ortamda, toplumsal kutuplaşmanın artmasına sebep verecek ve ilgili dış güçlerin ekmeğine yağ sürecek bir cinayet işlemesi yanlış değil midir?

***

İnanın, sokaktaki göstericiyi olabildiğince sevmiyor olsanız bile eğer nefret gözünüzü kör etmediyse,  tüm bu sorduğum sorulara makul cevaplar vereceğinize eminim.

Çünkü politik fanatizm büyüsünün hiçbirimize bir faydası yok.

Bu sebeple  önümüzde iki yol var. Ya hepimiz temel hak ve özgürlüklerimizi teminat altına alan evrensel hukuktan yana olacağız yada iktidar hırsımızın peşine düşüp bu gerçekleri göz ardı edeceğiz.

Bu gerçekleri görmezden gelmek demekte, aynı kurşunun farklı ellerde bir gün bize de dönebileceğini bilmektir.

Bu nedenle daha önce yaşadığımız “kim vurduların” aksine, toplumun vicdanını zedelemeyecek şekilde olayın üstüne gitmek ve sorumluların ortaya çıkarılmasını sağlamak gerekiyor.

Hala çok geç değil. Ülkenin belli bir çoğunluğunu tekrar Orta Asya’ya göç ettiremeyeceğimize göre, fikirlerimiz ve zikirlerimiz ayrı olsa da iktidar savaşından kurtulup bir arada yaşabilecek, birbirimizin yüzüne utanmadan bakabileceğimiz yeni bir yol bulmalıyız.

İnsanca yaşamak için,

buna mecburuz.