Erdoğan'ın ağzından Masonlar
Abone olBu açıklamalarıyla herkesi şaşırtan Başbakan Erdoğan'ın röportajında çarpıcı başlıklar var.
Tayyip Erdoğan, İlk kez başbakan olmayı anlattı “Bir imaj
değişikliği değil, biz bir zihniyet değişikliği peşindeyiz” AK
Parti olarak “biz kendimizi Muhafazakar-Demokrat olarak
tanımlıyoruz,” diyen Başbakan Tayyip Erdoğan, Hyphen Dergisi’ne
verdiği özel röportajda yerel yönetimlerden imam-hatiplere, AB
ilişkilerinden tezkere görüşmelerine kadar Türkiye gündeminde yer
alan maddelere tek tek değindi. Futbol merakından, çocuklarıyla
ilişkisine, spora duyduğu ilgiden sırlarını kimlerle paylaştığına
dair sorularımızı da yanıtsız bırakmadı. Ancak kendisine
yönelttiğimiz tüm sorular “politika insanın bütün hayatını alan bir
uğraş,” cevabında bütünleşti. Zaten röportajın hepsini okuyunca siz
de anlayacaksınız; Tayyip Erdoğan bu söyleşide aslında 59.
hükümetin Başbakanı olmayı anlattı... Gündem yaratacak sözler “O
İmam-Hatip eğitimi almış olanlardan biri de benim. Bir zamanlar Köy
Enstitüleri’ne karşı girişilen linç kampanyası, uzun zamandan
beridir de İmam-Hatip Liselerine yönelik olarak sistematik bir
şekilde sürdürülüyor.” “AB’nin bir Hıristiyan birliği olması
yönünde bir görüş dile getiriliyor. Ama bu görüş güçlenip de AB’yi
bağlayıcı bir nitelik kazanacak olursa, bundan en başta AB zarar
görecektir.” “Bakın biz muhafazakar kimliğimize rağmen Ak Parti
olarak AB’yle entegrasyonda bir sakınca görmüyoruz. Çünkü AB’nin
ortaya koyduğu ideal, bir dinî cemaat olmanın tümüyle ötesinde,
farklı düşünce yapılarını, kültürleri, inançları kucaklayacak
niteliktedir.” “Futbolu seviyorum, bu doğru. Ama nasıl ki, örneğin
her resim seven kişinin ressam olması gerekmiyorsa, benim için de
futbol artık sadece uzaktan uzağa ilgilenebileceğim bir uğraş.”
“Ülkeyi iyi yönetebildiğiniz sürece başbakan olarak
kalabiliyorsunuz. Ama baba-çocuk ilişkisi ne olursa olsun sürüyor.”
“Emine Hanım’ın çocuklarımızı gerçekten de çok iyi yetiştirdiğini
düşünüyorum. Ama buradaki sözlerimden çocuklarımla aramızda
duygusal bir yakınlık olmadığı sonucunu sanırım çıkarmazsınız.”
“Siyaset yaşamında küskünlük diye bir kelimeye yer olmadığı
söylenir, ki bu doğrudur. Bakın, şöyle düşünelim: Siyaset yapan
herkes bu ülke için en iyi olan uygulamayı hayata geçirmeye
uğraşıyor ve bunun mücadelesini veriyor.” “Ülkenin dinamizmini
boğan, demokrasiyi sözde bırakan bir merkeziyetçi yönetim anlayışı,
gelişmiş bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de artık
geçerliliğini yitirmiştir. Ve şimdi yerel yönetime ağırlık veren
bir yönetim anlayışının ülkemize kazandırılmasına ihtiyaç vardır.”
“Biliyorsunuz ki, biz kendimizi Muhafazakar-Demokrat olarak
tanımlıyoruz.” “Laik ve demokratik bir Müslüman ülke olarak
Türkiye’nin AB’ye girmesinin AB’ye kazandıracağı çok şey olduğu
gibi, bunun dünya barışına da önemli katkıları olabileceğini
düşünüyorum.” “İmam-hatipler siyasi argüman olmamalı” Ak Parti
karakteristiğinde İmam-Hatip eğitimi almış pek çok politikacı yer
almakta... Ancak daha önce yaşadığımız örneklerden farklı ve yeni
bir görüntü çizmektesiniz. Bu bir imaj değişikliği mi? - Evet, o
İmam-Hatip eğitimi almış olanlardan biri de benim. Ve bu konu
maalesef ülkemizin kanayan yaralarından biri haline gelmiştir. Bir
zamanlar Köy Enstitüleri’ne karşı girişilen linç kampanyası, uzun
zamandan beridir de İmam-Hatip liselerine yönelik olarak sistematik
bir şekilde sürdürülüyor. Tümüyle anti-demokratik ve çağdışı
yaklaşımlar bunlar. İmam-Hatip liselerinin en kısa zamanda bir
siyasi argüman malzemesi olmaktan çıkartılması gerekiyor.
Biliyorsunuz ki, biz kendimizi Muhafazakar-Demokrat olarak
tanımlıyoruz. Yani bir yanıyla kültür dünyamızın temel dokusunu
oluşturan temel değerlerimize saygılı, muhafazakar bir yaklaşımı
benimsediğimizi söylerken, aynı şekilde, kendimiz gibi
düşünmeyenlere karşı hoşgörülü ve uzlaşmacı olan demokratik bir
yaklaşımı benimsediğimizi de söylüyoruz. Bunu farklı yorumlamaya
çalışanlar var. Bunlar tümüyle zorlama, maksatlı yaklaşımlar...
Bunun bir imaj değişikliği olup olmadığına gelince, hayır bu bir
imaj değişikliği değil, biz bir zihniyet değişikliği peşindeyiz.
Devletin milletle kucaklaşmasını, milletin değerlerine sahip
çıkmasını, geçmişte kalan siyasi anlayışların kısırlığını ve
bunların ülkeye kısır didişmelerden başka bir şey getirmediğini
görerek, düşünce yapımızı bütün ülke insanını kucaklayabilecek bir
siyasi anlayışa doğru dönüştürdük. Hıristiyan birliğine AKP üye
olabilir Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler Birliği’ne, AKP olarak
üye olmaya çalıştığınız konuşulmakta. Bu doğruysa, bu adımla
ulaşmak istediğiniz nokta neresi? - Bu konudaki ön-araştırmalarımız
sürüyor. Henüz Liberaller ve Hıristiyan Demokratlar arasında bir
karar verme aşamasındayız. Değerlendirmelerimiz partimizin yetkili
organlarınca sürdürülüyor. Kararımız yakın bir zaman içerisinde
belli olacak. Siyasete giren medya patronlarına sandık çağrısı
Sizce medya patronları politikaya girmeli mi? - Türkiye’deki
yasalar kimlerin politikaya atılıp atılamayacağı konusunda açıktır.
Benim bu konuda söyleyebilecek bir sözüm yok. İsteyen gelir,
siyasete atılır ve seçim sandığında alacağı sonucu görür. Ak parti
2. ANAP mı, değil mi? “AKP İkinci ANAP mı?” sorusu geçtiğimiz
günlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e soruldu.
Kendisi “Tayyip Bey icraatı ile rahmetli Özal’ın yolundan gidiyor.
Fikirlerinin, yaptıklarının pek çoğu gerçekten atılımcı Özal’ı
hatırlatıyor. Dolayısıyla Tayyip Bey’in Özal’dan farklı olduğunu
sanmıyorum. Zaten Tayyip Bey en baştan beri bu siyaseti güttüğü
için bu başarıyı elde etti,” yanıtını verdi. Siz bu yorum hakkında
ne düşünüyorsunuz? Sizce AKP gerçekten ikinci ANAP mı? Size 2. Özal
gözüyle bakılmasını nasıl buluyorsunuz? - Türkiye yeni bir döneme
girmiştir ve Ak Parti bu yeni dönemin partisidir. Bu nedenle, Ak
Parti kendine has bir siyasi çizgi izlemektedir. Dikkat ederseniz
Sayın Gökçek sadece, Rahmetli Özal’ın atılımcı icraatlarıyla bizim
icraatlarımızın atılımcı niteliği arasında bir paralellik
kurmaktadır. Bundan Ak Parti’nin “ikinci ANAP” olduğu sonucunu
çıkarmanın ne derece doğru olduğunu sizin takdirlerinize
bırakıyorum. ANAP o dönemin şartlarında kurulmuş bir partiydi. Ve
şimdi Türkiye’de yeni şartlar oluştu ve Ak Parti bu yeni şartlar
içerisinde Türkiye’yi geleceğe taşımak için yola çıkmış bir
partidir. Sizin koyu bir Fenerbahçeli ve eski bir futbolcu
olduğunuzu biliyoruz. Politikaya atıldığınızdan beri politika
dışındaki bu tutkunuzla ne kadar ilgilenebiliyorsunuz? - Politika
insanın bütün hayatını alan bir uğraş... Hele ki Başbakan
olduğunuzda iş çok daha değişiyor. 70 milyon insanın refahı, huzuru
ve mutluluğunu sağlamak sizin sorumluluğunuzda... Türkiye’nin
yıllardır birike birike gelmiş birçok yapısal sorunu var. Ve
bunları çözmek için en uygun formülü bulmak zorundasınız. Bu hiç de
kolay değil. Öte yandan kimi durumlarda farklı toplumsal kesimlerin
çıkarları çatışabiliyor. Bunlar arasında da hakkaniyetli bir denge
oluşturabilmek zorundasınız. Ayrıca uluslararası ilişkiler
açısından da çok hareketli bir dönemdeyiz. Bütün bunları dengeli
bir şekilde yürütebilmek için gerçekten de gece gündüz demeden
çalışmak zorunda kalıyor insan. Böyle olunca ancak çok önemli
müsabakaları, o saatler içerisinde ülkemiz açısından önemli
gelişmeler olmadığı sürece, elimden geldiğince izlemeye
çalışıyorum. İleride futbol tutkunuz ile de ilgili çalışmalar
yapmak hayalini kuruyor musunuz? Başbakan olmasaydınız, kulüp
başkanlığı yapmak ister miydiniz? - Futbolu seviyorum, bu doğru.
Ama nasıl ki, örneğin her resim seven kişinin ressam olması
gerekmiyorsa, benim için de futbol artık sadece uzaktan uzağa
ilgilenebileceğim bir uğraş. Kulüp başkanı olma meselesine gelince,
bunun için belli bir futbol camiasının içerisinde olmanız ve bu
camia için uzun yıllar emek harcamanız gerekiyor. Ama ben,
ülkemizin aydınlık geleceğini inşa etmeye gönül vermiş bir insanım
ve yıllardır bu uğurda çalışıyorum. Bu noktadan bakınca, doğrusu
bir kulüp başkanı olma fikri bana çok uzak gözüküyor. Oldukça zinde
bir görüntü çiziyorsunuz... Spor yaparak mı bu zindeliği
sağlıyorsunuz? - Yüce milletimizin büyük teveccühüyle Başbakanlık
gibi çok önemli bir makama gelmiş bulunuyorum. Türkiye genç
nüfusuyla gelecekten büyük beklentileri olan çok enerjik, çok
dinamik bir ülke. İnsanımızın bu enerjisi, bu dinamizmi elbette ki
bize de yansıyor. Sık sık halkımızla beraber olmaya, onların
nabzını yüzyüze iletişimle tutmaya çalışıyorum. Gözlerdeki umudu,
ışıltıyı gördükçe, inanın, bütün yorgunluğum kaybolup gidiyor. Bana
ve çalışma arkadaşlarıma duyulan güvene layık olabilmek için gece
gündüz demeden çalışabilme enerjisini sanıyorum ki buna borçluyum.
Başbakan Tayyip Erdoğan olmak mı zor, baba Tayyip Erdoğan mı? - Bu
herhalde cevaplanması olanaksız bir soru. Çünkü Başbakan
olduğunuzda bütün bir ülkeyi kendi aileniz olarak görüyorsunuz.
Onların derdiyle dertleniyor, onların sevinciyle seviniyorsunuz.
Ama kendi ailenizin yine de ayrı bir yeri var tabii. Bu böyle. Öte
yandan, ülkeyi iyi yönetebildiğiniz sürece başbakan olarak
kalabiliyorsunuz. Ama baba-çocuk ilişkisi ne olursa olsun sürüyor.
Ve bence asıl zorluk bir baba olarak da, bir başbakan olarak da
karşınızdaki insanı doğru bildiğiniz ölçüler içerisinde
yönlendirmekle onun kendini gerçekleştirme konusundaki iradesine
saygı göstermek arasındaki dengeyi bulmakta yatıyor. Ben bir
başbakan olarak bütün bir ülkenin benim gibi düşünmesini, benim
gibi yaşamasını bekleyemem. Kendi çocuklarım için de bu böyle.
Çünkü onlar da benim gibi kendilerine bir hayat bağışlanmış ve
bunun sorumluluğunu her şeyden önce kendileri taşıması gereken
birer fert. Bu sözünü ettiğim dengeyi koruyabilmek çok önemli.
Türkiye’de genel anlamda babalık bir saygı figürü olarak öne
çıkmakta... Çocuklar da genellikle babalarının tatlı sert halinden
çekinerek özel sırlarını anneleriyle paylaşırlar. Sizin
çocuklarınızla ilişkilerinizde yakınlığınız nasıl? Özel sırlarını
sizinle paylaşırlar mı? - Ben çocuklarımla hep yakın olmaya özen
gösterdim. Ama doğrudur, politika yaşamım yüzünden aileme yeterince
zaman ayıramıyorum. Ne var ki, çocuklarım, politik çalışmalarım
sebebiyle onlarla yeterince ilgilenemeyişimi büyük bir olgunlukla
karşılıyorlar. Çok şükür ki, benim eksikliğimi hiçbir zaman
hissettirmeyen bir anneleri var. Emine Hanım’ın çocuklarımızı
gerçekten de çok iyi yetiştirdiğini düşünüyorum. Ama buradaki
sözlerimden çocuklarımla aramızda duygusal bir yakınlık olmadığı
sonucunu sanırım çıkarmazsınız. Tam tersine kısıtlı zamanlarda bir
arada olmamıza rağmen, bütün çocuklarımla yakın bir diyaloğum
olduğuna inanıyorum. Aramızda çok sıcak bir duygusal iletişim var.
Çocuklarım kendileriyle ilgili önemli gördükleri her şeyi
anneleriyle olduğu gibi benimle de paylaşırlar. Yakın bir zamanda
oğlunuzu evlendirdiniz, neler hissettiniz? - Bu oldukça karmaşık
bir duygu. Herhalde bunu ancak oğullarını evlendirmiş olan babalar
anlayabilir. Mutlu olmalarını ve her şeyin gönüllerince olmasını
diliyorum. Duayen olarak gördüğünüz modeller var mı yaşamınızda?
Kim ya da kimler? - Duayen adını verdiğimiz kişiler belli şartlar
içerisinde, bu şartları en doğru biçimde kullanarak belli bir
başarıyı yakalayan kişilerdir. Ama hiçbir zaman şartlar aynı
biçimde tekerrür etmeyeceği için, bir duayen olarak kendini
gösteren kişileri taklit etmeye çalışmak genel olarak olumsuz
sonuçlar verir. Ben kendi açımdan belli bir ahlaka uygun hareket
etmeyi, bir yol gösterici olarak belli ahlak ilkelerine sahip
olmayı önemsiyorum. Temiz bir ahlakla yola çıkılarak yapılan her
hareketin, sonuçta herkes açısından hayırlı olacak sonuçlar
doğuracağına inanan biriyim. Yerel yönetimden politikaya geçişin
avantajları neler? - Ülkenin dinamizmini boğan, demokrasiyi sözde
bırakan bir merkeziyetçi yönetim anlayışı, gelişmiş bütün ülkelerde
olduğu gibi ülkemizde de artık geçerliliğini yitirmiştir. Ve şimdi
yerel yönetime ağırlık veren bir yönetim anlayışının ülkemize
kazandırılmasına ihtiyaç vardır. Bu çerçevede yerel yönetimler
konusunda ve kamunun yeniden yapılanması için iki önemli kanun
tasarısı üzerinde çalışmalarımızı son aşamasına getirmiş
bulunuyoruz. Bu önemli yasaların ortaya konması ve uygulanması
için, başbakan olarak benim İstanbul gibi birçok yönden Türkiye’nin
kalbi konumunda olan önemli bir şehrin Büyükşehir Belediye Başkanı
olarak çalışmış olmam büyük bir avantaj olmuştur. Ankara’dan
bakıldığında maalesef ülkenin bütün sorunları net olarak
görülemeyebiliyor ve ülkemizdeki yerleşik yönetim anlayışı,
Ankara’da oturup halkın beklentilerine kulak tıkayarak, bunları
görmezlikten gelerek iş yapma hastalığından kendini kurtarabilecek
reflekslere ne yazık ki tam olarak sahip değil. İşte bu bakımdan
yerel yönetim konusunda deneyimli bir ekibin işbaşında olması
demokratikleşme sürecimize önemli bir ivme kazandıran bir unsur
olmuştur. Politika yaşamınızda küskünlükleriniz oldu mu? Sizi en
inciten olay neydi? - Siyaset yaşamında küskünlük diye bir kelimeye
yer olmadığı söylenir, ki bu doğrudur. Bakın, şöyle düşünelim:
Siyaset yapan herkes bu ülke için en iyi olan uygulamayı hayata
geçirmeye uğraşıyor ve bunun mücadelesini veriyor. Bu noktada
farklı görüş açılarının ve dolayısıyla da fikir çatışmalarının
olması çok doğal. Beni üzen şey, birilerinin, ülke menfaatini
düşünenlerin yalnızca kendileriymiş gibi bir tutum sergilemeleri ve
geri kalan herkesi sanki ülkeye düşmanmış gibi göstermeye
çalışmaları... Demokrasiyle hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak olan
bu yaklaşım maalesef Türk siyasetini yozlaştıran ve güdük bırakan
en temel unsurlardan biri olagelmiştir. Üstelik de bu tür bir
söylemin arkasına sığınarak nasıl kişisel menfaat peşinde koşulduğu
da halkımız tarafından çok iyi biliniyor. Yargılandığınız dönem de
dahil olmak üzere, yanınızdan hiç ayrılmayan dostlarınız kimlerdi?
- Bu dostlarımın isimlerini şimdi burada tek tek anmak istesem,
herhalde yaptığımız bu söyleşi, günün çalışma yoğunluğu içerisinde
ayırabildiğimiz kısıtlı zamanımızı epeyce aşardı. Ayrıca günün
yorgunluğuyla bazı dostlarımın ismini anmayı unutursam, takdir
edersiniz ki, onları darıltmış olurum. Ama bu vesileyle, iyi
günlerimizde olduğu kadar kötü günlerimizde de yanımızda olan
sevgili dostlarıma karşı duyduğum şükranlığı bir kez daha iletmek
isterim. Uluslararası boyutta çalışmalar yaparken hem partinizin,
hem sizin çizginizin yanlış anlamalara maruz kalması söz konusu mu?
Öyleyse bu konuda yürüttüğünüz çalışmalardan bahseder misiniz? -
Türkiye’de maalesef hemen her konunun siyasi malzeme haline
dönüştürülmesi çok yaygın. Siyasiler, iktidarda olduğunda aynen
yapacağı şeyi muhalefetteyken kıyasıya eleştiriyor. Bu hastalıktan
maalesef henüz kurtulabilmiş bir ülke değiliz. Biz parti olarak
bunu kırmak üzere yola çıktık ama Türkiye’deki siyasi zemin henüz
uzlaşmadan çok çatışmacı bir anlayışa sahip ve toplumda gerginlik
yaratarak prim yapmaya ağırlık veriyor. Ama siyasi çevrelerde
koparılan fırtınalara rağmen, halkımız bizim ne yaptığımızı görüyor
ve bunları takdir ediyor. Bu yüzdendir ki, çizgimizi ve
yaptıklarımızı olduğundan farklı göstermeye çalışanların
yaklaşımlarını maalesef fazla umursayamıyoruz. Maalesef diyorum,
çünkü, ortada yapıcı bir eleştiri yok ve biz elbette ki birçok
kesimden icraatlarımıza yönelik yapıcı eleştiriler bekliyoruz. Ama
ne yazık ki karşımıza çıkan, ucuz siyasi polemiklerden başka bir
şey değil. Bu da doğrusunu isterseniz, ülke siyasetine zarar
veriyor. Avrupa Parlamentosu’nun Hıristiyanlaşma eğilimi içine
girdiğini düşünüyor musunuz? Türkiye’nin önünde ne kadar engeldir?
- Avrupa kültür olarak Hıristiyan bir kökene sahip ve
Hıristiyanlığın Avrupa kültüründe belli bir etkisi olması çok
doğal. Nasıl ki biz Türkler de ağırlıklı olarak Müslüman bir
toplumsak ve bunun etkilerini toplumumuzda görmemiz ne kadar
doğalsa, bu da öyle. Ama bakın biz muhafazakar kimliğimize rağmen,
Ak Parti olarak AB’yle entegrasyonda bir sakınca görmüyoruz. Çünkü
AB’nin ortaya koyduğu ideal, bir dinî cemaat olmanın tümüyle
ötesinde, farklı düşünce yapılarını, kültürleri, inançları
kucaklayacak niteliktedir. AB’nin bir Hıristiyan birliği olması
yönünde bir görüş dile getiriliyor. Ama bu görüş güçlenip de AB’yi
bağlayıcı bir nitelik kazanacak olursa, bundan en başta AB zarar
görecektir. Ve Avrupa’da da görebildiğim kadarıyla bunun doğuracağı
zararları öngörebilecek çok sayıda sağduyu sahibi insan var. Bunun
çok geride kalmış, gerçeklik zemini olmayan bir refleks olduğunu
söyleyebiliriz. Dolayısıyla bunun Türkiye açısından bir engel
olabileceğini hiçbir şekilde düşünmüyorum. Laik ve demokratik bir
Müslüman ülke olarak, Türkiye’nin AB’ye girmesinin AB’ye
kazandıracağı çok şey olduğu gibi, bunun dünya barışına da önemli
katkıları olabileceğini düşünüyorum. Avrupa Parlamentosu’nda
Hıristiyan demokratların yükseleceği konuşuluyor. Bunlar
Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmasa da, çok renk vermiyorlar. Ancak
Alman Hıristiyan demokratların açık tavrı “Türkiye üyeliğe kabul
edilmemelidir” şeklinde. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? -
Bakın, Avrupa Birliği çok yönlü bir mesele. Bu nedenledir ki, bazı
gelişmeleri izlerken çok yönlü bir şekilde anlamaya özen göstermek
gerekiyor. Uzun yıllar boyunca kendimizi Avrupa’ya doğru bir
şekilde anlatamamış olduğumuzu görüyorum. Avrupa’yla aramızda belli
bir iletişim kopukluğu olduğu bir gerçek. Bu nedenledir ki, hükümet
olarak bir “AB İletişim Grubu” oluşturduk. Bu iletişim grubunda
Dışişleri Bakanlığı, Turizm ve Kültür Bakanlığı, ABGS ve
Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü yetkililerinin yanı sıra
TOBB, TÜSİAD ve İKV temsilcileri yer alıyor. Bu grubun amacı Avrupa
kamuoyuna Türkiye’yi doğru olarak tanıtmaktır. Eğer kendimizi
yeterince anlatabilir ve tanıtabilirsek, Türkiye’nin AB’ye girişi
konusunda duyulan yersiz endişeleri giderebileceğimize inanıyorum.
Sözünü ettiğiniz yaklaşımlar büyük ölçüde bu iletişim eksikliğinden
kaynaklanıyor. Uluslararası yardım kuruluşları hakkındaki
fikirleriniz neler? - Globalleşen dünyada yardım kuruluşlarının da
uluslararası bir nitelikte olması kaçınılmaz. Bütün insanlık özünde
kardeştir ve bu anlamda acil ihtiyaç neredeyse, oraya hizmetin
götürülmesi, oradaki yaraların sarılması öncelik taşımaktadır. Bu
nedenle, insan kardeşlerine yardım elini uzatmaktan başka bir amaç
taşımayan uluslararası yardım kuruluşlarının, çok hayırlı bir iş
yaptıklarını düşünüyorum. Rotary Kulüpleri’nin çalışmalarını ne
kadar biliyorsunuz? - Rotary Kulüpleri’nin oldukça eski bir geçmişi
var. Zannediyorum tarihi 1900’lerin başına kadar uzanıyor. Rotary
Kulüpleri gerek diğer ülkelerde, gerekse ülkemizde yıllardır
eğitim, sağlık ve yoksullukla mücadele gibi alanlarda önemli
hizmetlerde bulunuyor. Rotaryenler’e vermek istediğiniz mesajlar
var mı? - Biz sivil toplum kuruluşlarına büyük bir önem veriyoruz.
Ve Türkiye’de taş üstüne taş koyan herkesi, her kesimi sonuna kadar
desteklemeye kararlıyız. Türkiye’ye hak ettiği hizmeti vermeye
geldik ve halkımıza hizmet eden, bunu ön planda tutan her kuruluşun
yanındayız. Bu ülkeyi ancak el ele vererek çağdaş, demokratik ve
müreffeh bir ülke haline getirebiliriz. Bu konuda herkese, her
kesime büyük bir görev düşüyor. Medyanın Türkiye’deki yeri ile
diğer ülkeler karşılaştırıldığında ne gibi farklar görüyorsunuz? -
Türkiye’deki medyanın teknik anlamda en gelişmiş ülkelerden aşağı
kalır yanı yok. Fakat maalesef Türkiye’deki tirajların diğer
ülkelere göre çok düşük seviyelerde olduğu da bir gerçek. Medyamız
bu gerçeği sorgulamak durumundadır. Yerel Yönetim Reformu
Kurultayı’nda yaptığınız konuşmada “Hantal, topluma kapalı, hesap
vermeyen, insan haklarını gözetmeyen bir idari yapıyı evrensel,
demokratik kurallara göre yeniden düzenlemeyi
amaçlıyoruz,”demiştiniz. Bu amaçla gerçekleştirilmesi gerektiğini
düşündüğünüz uygulamalar nedir? Bu konuda bir ‘Yerel Yönetimler
Yasa Tasarısı’ taslağı üzerine çalışmalarımız devam ediyor. Bu
tasarının yasalaşmasıyla ülkemizin demokratikleşme yolunda önemli
adımlar atacağına inanıyorum. Mevcut yapıyla Türkiye’nin 21.
Yüzyılı kucaklayabilmesi, çağdaş ülkeler arasında hak ettiği yeri
alabilmesi mümkün değil. Ve bunu gerçekleştirmenin tarihsel
sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. “AKP ikinci ANAP mı?” sorusu,
geçtiğimiz günlerde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih
Gökçek’e soruldu. Kendisi “Tayyip Bey icraatı ile rahmetli Özal’ın
yolundan gidiyor. Fikirlerinin, yaptıklarının pek çoğu gerçekten
atılımcı Özal’ı hatırlatıyor. Dolayısıyla Tayyip Bey’in Özal’dan
farklı olduğunu sanmıyorum. Zaten Tayyip Bey en baştan beri bu
siyaseti güttüğü için bu başarıyı elde etti,” yanıtını verdi. Siz
bu yorum hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce AKP gerçekten ikinci
ANAP mı? Size 2. Özal gözüyle bakılmasını nasıl buluyorsunuz? -
Türkiye yeni bir döneme girmiştir ve Ak Parti bu yeni dönemin
partisidir. Bu nedenle, Ak Parti kendine has bir siyasi çizgi
izlemektedir. Dikkat ederseniz Sayın Gökçek sadece, Rahmetli
Özal’ın atılımcı icraatlarıyla, bizim icraatlarımızın atılımcı
niteliği arasında bir paralellik kurmaktadır. Bundan Ak Parti’nin
“ikinci ANAP” olduğu sonucunu çıkarmanın ne derece doğru olduğunu
sizin takdirlerinize bırakıyorum. ANAP o dönemin şartlarında
kurulmuş bir partiydi. Ve şimdi Türkiye’de yeni şartlar oluştu ve
Ak Parti bu yeni şartlar içerisinde Türkiye’yi geleceğe taşımak
için yola çıkmış bir partidir. Tezkere görüşmeleri neden gizli
oturumla yapıldı? - TBMM’nde ülke için büyük önem taşıyan bazı
konuların gizli oturumla yapılmasına ilişkin oluşmuş bir teamül
vardır. Bu yıllardır bu şekilde süregelmiştir. Ve tezkere konusunda
da Meclisimiz bu teamülü izlemiştir. Yapılan uygulama yeni ve özel
bir şey değil. Tezkerenin çıkması Türkiye’ye ne kazandırabilir, ne
kaybettirebilir? - Tıpkı kendi yaşamlarımızda olduğu gibi, atılan
siyasi adımlar da belli bir ölçüde risk taşır. Daha iyi maaşla yeni
bir işe geçersiniz, ama iki gün sonra bu şirket batabilir. Ya da
tam tersine çok daha güçlenebilir ve siz de çok daha iyi bir konuma
ulaşabilirsiniz. Ama bu riski göze almayıp, gereğinden fazla
temkinli davranacak olursanız, kariyerinizde hiçbir ilerleme ve
gelişme kaydedemezsiniz. Bu durum kaçınılmaz olarak siyasi kararlar
için de böyle. Ama bazı çevrelerde söylendiği gibi, gözü kapalı
kendimizi bir bilinmeze doğru atıyor değiliz. Devletimizin çeşitli
kurumları yoğun bir şekilde çalışarak, gereken değerlendirmeleri
yapıyorlar. Irak’a bir istikrar gücü göndereceksek, olası bütün
gelişmeleri gözeterek, kendi milli çıkarlarımızı zedelemeksizin
atabileceğimiz en uygun adımı atabilme yolunda gayret gösteriyoruz.
Öte yandan, yanı başımızdaki bir yangını uzaktan uzağa seyredip,
“aman bulaşmayalım” yolundaki bence hoş olmayan mantığın, bölgenin
güçlü bir ülkesi olan Türkiye’ye yakışmayacağını düşünüyorum.
Bizden yardım istenecek olursa, dost ve kardeş Irak halkına
elimizden gelen yardımı elbette ki esirgemeyeceğiz. Öte yandan,
buradaki iç kargaşanın Türkiye’ye olumsuz bir şekilde yansımasına
da izin vermeyeceğiz. Yapılacak olan budur. Bir gün politikayı
bırakırsanız, hangi sebeple ve amaçla böyle bir karar alırsınız? -
Bu soruya cevap vermek için henüz erken değil mi sizce? Daha
yapacak çok işimiz var.