Ben bu ‘paralel’den ne anladım

Türkiye’yi kasıp kavuran bu kavga ancak tam da bu iki zıt söylemin her ikisine birden mesafeli durup, olayı tarafsız, olgusal ve hakkaniyetlice anlamaya çalışanlar sayesinde sönebilecek.

Mustafa Akyol mustafa1@internethaber.com

Türkiye geçen Aralık’tan bu yana “paralel devlet” tartışması ile çalkalanıyor.

Bu tartışmanın bir tarafında iktidar ve iktidarı destekleyenler var. Bunlara göre “paralel devlet” Gülen cemaati üzerinden Türkiye’ye kurulan dev bir komplo. Her türlü melaneti ellerini oğuşturarak işlemiş olan bu “cemaatçiler”, Türkiye’yi İsrail’e, ABD’ye “satmış” olan “vatan hainleri.”

Öte yanda ise, “paralel devlet”in tamamen hayali bir öcü, iktidarın yolsuzluklarını örtmek için kurgulanmış bir iftira olduğunu söyleyenler var. Bunlar, haliyle, en başta cemaatinin mensupları veya sempatizanları. Bazı muhalif kalemlerin de böyle düşündüğünü görüyoruz.

Ben ise, bu iki söyleme de kendini peşinen teslim etmedim ve etmiyorum. O yüzden de sık sık, “ne dediğiniz belli değil” suçlamalarına, “safını belli et” telkinlerine maruz kalıyorum. Oysa ki, kanaatimce, Türkiye’yi kasıp kavuran bu kavga ancak tam da bu iki zıt söylemin her ikisine birden mesafeli durup, olayı tarafsız, olgusal ve hakkaniyetlice anlamaya çalışanlar sayesinde sönebilecek.

Onun için “paralel devlet”den ne anladığımı, hem belki bir faydası olur hem de en azından tarihe not düşmüş olurum diye bir anlatayım.

Bunun için de neyi “gerçek” neyi “propaganda” olarak gördüğümü izah edeyim.

Gördüğüm gerçek

Şuradan başlayalım: Gülen cemaatinin devlet içinde bir “örgütlenme”ye gitmiş olduğu, bilhassa emniyet ve yargıda kadrolaştığı, benim kanaatimce inkar edilemeyecek kadar aşikar bir gerçektir.

Bunu deyince bana hemen “belge göster” diye kızacakları ciddiye alamıyorum. Türkiye’de yaşıyoruz, yıllardır duyduğumuz bildiğimiz şeyler var. Dahası, Gülen cemaatinin gözle görülür yönünün (medyasının, sosyal medyadaki seslerinin) belirli emniyet ve yargı tutumlarıyla birebir örtüştüğünü de yıllardır görüyoruz. Son olarak göz altına alınan polislere gösterilen aşikar cemaat desteği bile, bu konuda kanaat oluşturmak için ilave bir sebep.

Zaten aslında Gülen cemaatinin söylemine bakıldığında da bu kadrolaşma eğiliminin apelleri gözüküyor. Devletin “Anadolu çocukları” yahut “vatan evlatları” tarafından yönetilmesi özlemi kanımca buna işaret ediyor.

Bir diğer gerçek ise, söz konusu “kadrolaşma”nın bizzat AK Parti iktidarı tarafından eski Kemalist statükoya karşı desteklendiği, güçlendirildiği. Ergenekon ve Balyoz gibi “dokunulmazlara dokunan” davaların ancak  söz konusu “kadro”nun dini ve ideolojik motivasyonuyla başarıldığını da teslim etmek gerek.

Ancak, benim kanaatimce, aynı dini ve ideolojik motivasyon, “dokunulmazlara dokunan” söz konusu davalarda (ve dahası KCK davasında) gözüpekliğin yanında bir fanatizm de üretmiş, hatta Makyavelizme kayan hukuk ihlalleri doğurmuştur. Bilhassa Balyoz davasında var olduğuna ikna olduğum “sahte deliller” bu açıdan çok vahimdir. (Ben Hanefi Avcı’nın ve Dani Rodrik’in argümanlarını dinlediğim 2010 yılından bu yana bu fecaatlerden endişeliydim ve lisan-ı münasiple de olsa söylemeye, uyarmaya çalıştım. Bizzat Hanefi Avcı’ya yapılan haksızlığı ise hiç kabullenmedim ve yüksek sesle kınadım.)

Dahası, söz konusu “kadrolaşma” çabası gereği, devlet kurumlarındaki diğer insanlara büyük haksızlıklar yaptığına dair de sayısız duyum, şikayet, tanıklık vardır. (Levent Gültekin’in “Cemaat olup bitenden ders çıkardı mı?” başlıklı Internethaber yazısı bu açıdan çok vahim bazı olaylardan söz ediyor; mutlaka okunmalı.)

Dolayısıyla, sivil alandaki hizmetlerini çok takdir ve tebrik ettiğim Gülen Hareketi’nin devlet içindeki kadrolaşması, benim kaatimce, bir realitedir ve dahası çok sorunlu bir realitedir.

17 Aralık süreci

Gelelim 17 Aralık’la yolsuzluk soruşturmasıyla başlayan sürece…

Bu sürecin ardında da söz konusu “cemaat kadrosu”nun olduğuna ilk baştan beridir kaniyim ben. Olayın dersane tartışmasının hemen ardından patlak vermesi (ki o tartışmada hükümeti haksız bulmuş ve eleştirmiştim), Ergenekon sürecinden tanıdığımız savcılar eliyle yürümesi, bildiğimiz medya ve sosyal medya adreslerinden desteklenmesi, bir kanaat sahibi olmak için yeterliydi.

Sonraki aylarda “internete düşen” onca ses kaydı da zaten ispatı oldu, birilerinin bolca “dinleme” yaptığının, bunları arşivlediğinin ve siyasi saiklerle servis ettiğinin. MİT tırları üzerinden yaşanan “devlet-içi savaş” da buna eklendi.

Peki ama yolsuzluk operasyonunu yapan kadronun “cemaatçi” olduğuna hükmettiğimizde, bu operasyonda ortaya çıkan delilleri de çöpe atmamız mı gerekiyordu?

Ben, iktidar propagandasından işte evvela bu nokta ayrıldım. Çünkü bu propaganda, bize polislerin ve savcıların “paralel” olduğunu söylemekle, onların bulduğu ve önümüze serdiği fecaatleri (yolsuzluğu, otoriterliği, Alo-Fatih sistemlerini, vs.) görmememizi istedi.

Oysa ben, geçmişte olduğu gibi, bir “dokunulmazlara dokunma” durumu gördüm 17 Aralık’ta ve işin bu kısmına karşı çıkmadım. Sadece bu “dokunma”nın içine (“Balyoz”da olduğu gibi) manipülasyonlar karışmış olabileceği ihtimalini de hesaba katarak ihtiyatla izledim süreci. (Dışişleri’ndeki Suriye toplantısının dinlenip servis edilmesi ise asla kabul edilemez bir fecaatti; bunu şiddetle kınadım.)

Bir de, yargının dar bir dini/ideolojik amaca hizmetkar kılınmasını tasvip etmedim; ama iktidarın da buna işaret ederek kendini hukukun üzerine çıkarmaya kalkmasına eyvallah demedim.

Bu süreçte iktidar propagandasından bir noktada daha ayrıldım ki, bu mesele de önemli.

Bu, “paralel devlet”in dış güçlere (Siyonizme, emperyalizme vs.) bağlanması ve dolayısıyla “vatan haini” ilan edilmesi meselesi.

“Dış güçler” meselesi

Ben işin bu kısmına hiç katılmıyor, dahası bunu meseleyi yokuşa süren, toplumu da gereksiz yere kutuplaştıran haksız bir propaganda sayıyorum.

Neden mi?

Çünkü, evvela, yargı ve emniyet gibi kurumlarda bir “cemaat kadro” oluştuğuna dair çok emare var, ama bunun “dış güçler” hesabına çalıştığına dair hiç bir kanıt yok. Zaten bu meseleyi iktidar propagandası yürütmek için değil, nispeten daha objektif gözle irdeleyen Hanefi Avcı veya Dani Rodrik gibi isimler de bu “maşalık” ebebiyatına katılmıyor, buna dair  bir kanıt olmadığını söylüyorlar.

Peki nereden geliyor “dış güçler”e (bilhassa “Siyonizm”e) maşalık edebiyatı?

Türkiye’nin hastalıklı siyasi kültüründen… Bu kültür içinde “dış güçlerin piyonu” ilan edilmemiş tek bir siyasi grup yoktur ki. Bilhassa devlet, kendisine kafa tutan her devlet-dışı aktörü böyle damgalamıştır; ta Şeyh Said isyanından bu yana dek. Nitekim on yıl önce devlete hakim olan Kemalistler de AK Parti’yi “Amerikan projesi” sayıyorlardı. Tayyip Erdoğan’ı “gizli Yahudi” sayan ulusalcı kitaplar satış rekorları kırmıştı.

Gerçekte ise söz konusu cemaat, bırakın “vatan haini” olmayı, bilakis epey “vatansever” insanlardan müteşekkildir. Yine Interhaber’de yayınlanan “Cemaat, Nur ve Topuz” başlıklı yazımda vurguladığım gibi:

Biraz tanıyanlar, Cemaat mensuplarının samimiyetle dindar insanlar olduklarını bilir. Ve bırakın “kökü dışarıda” olmayı, aksine epey yerli, Anadolulu, vatansever, Osmanlıcı insanlar olduklarını da bilir. (Nitekim liberaller ve İslamcılar tarafından fazla “milliyetçi” oldukları, Afrikalı çocuklara İstiklal Marşı okuturken duygulandıkları için eleştirilirlerdi yakın zamana dek.)

Peki, sorun nedir o zaman?

Sorun, kanımca, bu vatanseverliğin içinde bir de kuvvetli bir “vesayet” duygusunun yer almasıdır. (Zaten eski vesayetçilerde de durum öyleydi; onlar da vatanseverdi.) Yani, bu devletin ve memleketin aslında “Anadolu çocuklarına” ait olduğu, onların devlet kurumlarına kendi renklerini vermelerinin çok normal, çok meşru, çok gerekli olduğu fikri ve duygusudur. (“Anadolu çocukları” kavramının da en çok cemaat kadrolarından cisimleştiğini hatırlatayım.)

Buna bir de Türk siyasi kültürünün milli hastalığı olan, ancak cemaat medyasında (mesela bazı STV dizilerinde) daha da sık gördüğümüz “siyasi paranoya”yı  eklemek lazım. Her taşın altında ajanlar, hainler, provokatörler olduğuna inanan bu zihniyet dünyası, bir de polis veya savcı olunca, pekâlâ memleketin “İran ajanları” tarafından ele geçirildiğine sahiden inanabiliyor; abartılı “Tehvid-Selam” soruşturmaları açabiliyor. (Bunun AK Parti’deki versiyonu ise her yerde “İsrail ajanı” görmek.)

Bir üçüncü sorun ise, “güç yozlaştırır” ilkesini umursamamaktır. (Yine hem Cemaat hem de AK Parti söylemek gerekir bunu.) Sürekli daha fazla güce talip olanlar, bu gücü “hak yolda” kullanacaklarına fazla emin gözükmekte, gücün yozlaştırıcı etkisinden çekinmemektedirler.

Oysa bu etkinin ne kadar güçlü olduğunun ispatıdır geçmiş 12 yıl…

Buradan nereye?

Ben, hem AK Parti hem Cemaat dünyasında çok sayıda dostu bulunan, her iki tarafı da yıllarca desteklemiş bir insan olarak, bu korkunç kavganın bitmesini can-ı gönülden diliyorum. Ama bunun için iki tarafa da düşenler var:

- Cemaat, tamamen “sivil” alanda kalmaya, devlet içinde “kadrolaşma” gütmemeye samimi olarak karar vermeli ve bunu hem lisan hem hal ile beyan etmelidir. (Cemaat mensupları birer birey olarak tabii devlette görev alabilir; kastımız bu değil. Kastımız disiplinli ve otonom bir kadro.) Buna, AK Parti asla izin vermeyeceği gibi, başka hiç bir hükümet ve toplumun bizzat kendisi izin vermez.

 - Yine Cemaat, eğer devlet içindeki kadrolaşmasını “sivil hizmetleri korumak” için mecburi bir kalkan gibi görüyorsa (ki sanırım öyle), o zaman da görmelidir ki, bu “paralel devlet”, kalkan değil bilakis zul ve tehdit olmaktadır söz konusu sivil hizmetler için. Öyle ya, Hizmet sadece sivil alanda kalsaydı, şimdi Erdoğan’ın en büyük hedefi olur muydu?

- Buna mukabil, iktidar da, Cemaat’i yok edilmesi gereken bir “ mihrak” gibi değil, sivil alana döndürülmesi, o alanda da dokunulmaması gereken bir Türkiye gerçeği olarak kabul etmelidir. Hizmet hareketinin okullarına, dersanelerine, maddi varlıklarına saldırmaktan vazgeçmeli, sadece “paralel devlet” ne ise onu ortaya çıkarmalı, bunu da intikam çığlıklarıyla değil hukuk yolu ve üslubuyla yapmalıdır.

- Aynı iktidar, bu arada, bize yolsuzlukların da hesabını vermeli, “paralel devlet” söylemini kendi safındaki günahları gizlemek için bir kalkan yapmaktan vazgeçmelidir.

Peki bu taraflar bunları yapar mı hakikaten?

Ne yazık ki, zannetmiyorum. Ama biz yine de söyleyelim.

En azından tarihe geçsin. Başkası bilmezse de, Halik bilsin.