Algıdan Cinnete

Bir kadın düşünün ya da bir adam. Oksijen yoksunu bir uykunun ardından uyanılmış bir sabah ve ense köküne sinmiş inceden bir ağrı. Laf olsun diye tıkıştırılmış birkaç lokmanın ardından alelacele giyinip çıkıyor.

Elçin Sevgi SUÇİN elcin@internethaber.com

Bir kadın düşünün ya da bir adam. Oksijen yoksunu bir uykunun ardından uyanılmış bir sabah ve ense köküne sinmiş inceden bir ağrı. Laf olsun diye tıkıştırılmış birkaç lokmanın ardından alelacele giyinip çıkıyor. Kirpiklerinde hâlâ uykunun ağırlığı var. Beton binaların arasından anarşist bir sevinçle göğe uzanan ağaçları görmüyor.

Kuşlar uçuyor sağından solundan. Güvercinler neredeyse sürtünüp geçiyor. Yarısı yenmiş bir mısır koçanı düşmüş yol kenarına. Bir avuç güvercin sabahın rızkını çıkarıyor. Başını kaldırsa bu cümbüşü görecek ama kaldırmıyor. O gün yapılacak işleri düşünerek arabaya biniyor.

Öğrenilmiş bir beceriyle çeviriyor kontağı. Düşünmesi gerekmiyor. Peş peşe dizilmiş yığınla araba. Bitmek bilmeyen trafik ışıkları. Başını kaldırıyor ve önü sıra uzayan trafiğe bakıyor.  Metalin soğuk ışıltısı içini üşütüyor.

Algılama, anlama, sorgulama, analiz etme ve hayata denk düşen bilgileri alıp yeni bir yarın inşa etmek üzere kurgulanmış zihnin kaleleri birer birer düşüyor.

Onca zahmet sonunda varılan bina; betonun, çeliğin ve camın hissiz kuşatıcılığı ile geleni sessizce emiyor. Eksiliyor hayat. Tabiatı kuşatmak için tasarlanmış zihin, modern hayatın dayattıkları ile kıskıvrak kuşatılıyor.

Kâğıtlar, duvarlar, bilgisayarlar ve ihtiyacın yalnızca bir yüzünü temsil eden yaratıcılıktan yoksun kelimeler yığını topyekûn bir işgale başlıyor. 

Algılama, anlama, sorgulama, analiz etme ve hayata denk düşen bilgileri alıp yeni bir yarın inşa etmek üzere kurgulanmış zihnin kaleleri birer birer düşüyor. Ve tıpkı ekmekle beslenme kolaycılığına yenik düşerek doğasına yerleştirilmiş hayatta kalma yeteneklerini yitirmiş kent güvercinleri gibi kent insanları da duvarların ardında yitip gidiyor. 

Algının keskinliğini ve kuşatıcılığını yitirdiği yerde, kuşatılmışlığın ve kıstırılmışlığın beslediği derin mutsuzluklar ortaya çıkıyor. Özüne inen merdivenleri beton bloklar, cam kafesler arasında çoktan yitirmiş olan insan, mutsuz olduğunun bilincine varabilse de mutsuzluğunun kökenlerine inemediğinden hem kendine hem de topluma karşı sessiz bir öfke büyütüyor.

Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da bireyden başlayarak toplumları ve hatta bütün insanlığı kuşatan bir çatışma sürecine evriliyor dünya. Bugün nereye baksak kan ve gözyaşı içinde yaralarını sarmaya yetişemeyen bir insanlık görüyoruz. Derinleşiyor yaramız.