BIST 9.549
DOLAR 32,50
EURO 34,75
ALTIN 2.478,64

TBMM, Diyanet, akademisyenlik ve müzikçilere öğütler….

Eğitim; yanlış açıklamalar ve çözüm yolları ile ilerleyemez…

TBMM'DE DEVAMSIZLIK...

 Meclis TV’yi zaman zaman izliyoruz. Yaklaşık 40-50 MV birbirleriyle atışarak, kanunların yasalaşması için uğraşıyor. En zorda olan Grup Başkan Vekilleri, çünkü onların kaçamağı yok, her toplantıda hazır olmaları gerekiyor. Yoklama istendiğinde, dışarı haber gidiyor ve MV koşarak, içerİde neyin konuşulduğunu/tartışıldığını bilmeden partilerinin işaret ettiği şekilde el kaldırıyorlar. (onda da  200’ü zor buluyor,yarısı yine yok) Sonra yine 50 kişi…TBMM’nin saygınlığına yakışıyor mu? MV  seçilmek için can hıraş uğraşanlar, seçilince neden böyle vurdum duymaz oluyorlar? Elbette bu yeni bir şey değil, yıllardır böyle..Bari; “Madde 61/ (4) Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis Başkanlık Divanınca tespit edilmesi üzerine, Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar verilir.” maddesini kaldırın da “saygınlık” zedelenmesin…

Nihayet Sn.Yıldırım konuya değinmiş ve bir genelge yayınlamış.Haber şöyle;

“Başbakan Binali Yıldırım, milletvekillerini Meclis çalışmaları konusunda uyardı. Siyasi çalışmaların “kaliteli ve etkin” olmasının verimli çalışmaya bağlı olduğunu hatırlatan Yıldırım, vekillerden çalışmalarını Meclis programına göre ayarlamalarını istedi. Başbakan Yıldırım, AK Partili Genel Başkan Yardımcıları, Grup Başkan Vekilleri ve milletvekillerine gönderdiği genelgede, hassasiyetini şu cümlelerle iletti: Meclisi, iktidar partisinin grup üyeleri çalıştırır. Hal böyle iken, kimi zaman toplantı ya da karar yeter sayısı bulunmadığından Meclis çalışmalarının sonlandırıldığına şahit olunmaktadır. Böylesi durumlar, bir yandan parlamento çalışmalarının verimliliğinin sorgulanmasına yol açmakta, öte yandan siyaset kurumuna olan güveni zedelemektedir. Milletvekillerimizle yapacakları toplantı ve görüşmelerini Meclis gündemini gözetmek suretiyle icra etmelerini önemle rica ederim”  (Akşam/Hakkı Kurban/Ankara

M.GÖRMEZ NİHAYET GERÇEĞİ GÖRDÜ!...

Shakespeare’in güzel bir sözü vardır; “Güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez...” 

Sn.Görmez’in, 15 Temmuzla ortaya çıkan olumsuzluklarda; “başarısız olduğunu”, gelişmelere karşı “kafayı kuma sokma politikası güttüğünü”, “görevi sağlıklı yerine getiremediğini/ifa edemediğini, sorumluluk almadığını”  bazı yazarlar gibi, ben de birkaç yazımda dile getirmiştim. Hatta köşe yazarlarından açık mektup yazanlarda oldu,ama bir şey değişmedi…Yurt dışında cami açmak elbette güzel, ama, önce ülke içindeki sorumluluklar yerine getirilse daha iyi olacaktır... Bu yazıları itibarsızlaştırma olarak görmek/göstermek son derece yanlıştır. (Bir zamanlar ÖSYM Başkanı Sn.A.Demir zamanı da  çok şey yazıldı, ama hükümet arkasında durdu, sonuçta neler olduğunu/döndüğünü şimdi öğreniyoruz…OSYM Başkanı Prof.Dr. Sn.Ö.Demir son durumu açıklamış: "Şu anda 'de çalışan personelden, kullanılan teknik alt yapıya kadar, % 95 oranında  yenilenmiştir. Yasal düzenlemelerle yenilenmiştir ve yenilemeye devam ediyor." Basından/28.11.2016)

15 Temmuz’un üzerinden tam dört ay geçti,hala Diyanet’ten güçlü bir ses gelmedi ve nihayet Sn.Görmez, bizimle aynı noktaya geldi!…

Nasıl mı? Birlikte okuyalım;

“Diyanet İşleri Başkanı Görmez daha sonra Türkiye Diyanet Vakfınca (TDV) bir restoranda düzenlenen "İyilik Buluşması" programına da katıldı. Buradaki konuşmasında, dinin, milletin ve devletin hassasiyetlerinin kesiştiği noktada Diyanetin durduğunu dile getiren Görmez, "Tarih boyunca, zaman zaman hatalarımız olsa da Diyanet, bu üç hassasiyetin çakıştığı noktada devlete küsmeyerek, milletin yanında yer alarak, dinin hassasiyetlerini savunmayı prensip edinmiştir. Onun için ben Diyaneti bürokratik bir devlet kurumu değil, kamu kurumu olarak ama aynı zamanda bir millet kurumu olarak görüyorum. Milletin sahip çıktığı, milletle beraber hareket eden bir müessese. 15 Temmuz bunu çok güzel göstermiştir." ()

İşte bizim dediğimiz de buydu yazılarımızda; “Milletin sahip çıktığı, milletle beraber hareket eden bir müessese.” Evet,  ama, 15 Temmuz’u göremeyen/algılayamayan  bir kurum!...

Diyanet İşleri Başkanı,Sn. Mehmet Görmez, Sakarya’da din görevlileriyle bir araya gelmiş ve şöyle demiş; "Bir taraftan ümmetin çocuklarını Kürt, Türk diye ayırarak ırkçılık illetiyle ve bunu da bir ayrılıkçı harekete dönüştürerek kendi kardeşlerini katletmeye çalışan bir cinayet şebekesi. Bir taraftan da geçmişimizde yaşadığımız ve bizahatihi içimizden, yanı başımızda rahmana secde eden iman, İslam, Kuran, hoşgörü, muhabbet teraneleri ardında böyle bir zor zamanda kendi ülkesine, kendi ülkesinin kendi çocuklarına, kendi ülkesinin tanklarını yönelterek bu dünyanın ve insanlığın en zor zamanında karşı karşıya kaldığımız ihanet. Bütün bunları görerek hizmetimizi yapmalıyız…Bu tabloya karşı biz mahcubuz. Diyanet teşkilatı olarak 100 bini aşkın bir kadro olarak biz mahcubuz. Vallahi en mahcubunuz benim. Allah’a yemin olsun ki en mahcubunuz benim, çünkü hakkıyla görevimi ifa etmiyorum" ()

Sn.Görmez; 

Neden mahcup oluyorsunuz ki?!..

“Elinizi tutan, ille bu görevde kal, sizden başkası yapamaz v.b.” diyen mi var?…

Hadi, cesaret!...

 

AKADEMİSYENLİK ve ÖĞRETMENLİK…

Bu konu ile ilgili iki ilginç açıklama geldi. “Söylemek için söylenmiş sözler”, yetkililer söyleyince olmuyor. Hep söylüyoruz; “sorumlu kişilerin seçkin konuşmalar yapması” lazım…Nedense son zamanlarda herkes siyasetçi oldu…”Devlet adamı” olmakla, “siyaset adamı” olmayı karıştırmaya başladılar…

İşte birinci açıklama;

"İlkokul ve ortaokul öğrencilerimize bir üniversite öğretim üyesi gibi 'dersimi anlattım, dinleyen dinler', dinlemeyen öğrenemez' gibi yaklaşımlar hiç doğru değil. Bu çocuğu eğitmek görevimizdir. Ekmeğimizi maaşımızı oradan alıyoruz. Lütfen ilkokul öğrencilerimize üniversite öğrencileri gibi davranmayın." (İstanbul Vali Yardımcısı ve Bağcılar Kaymakam Vekili Dr. Osman Günaydın/24.11.2016/Basından)

Ve, ikincisi;

“Çocuklara ve gençlere fazla bilgi vermek” insan hakkı ihlalidir. Müfredatımızı, programlarımızı içerik olarak hafifleteceğiz. Daha az bilgi ama daha çok verilen bilgiyi kullanabilecek, onlardan analizler üretebilecek bir müfredat oluşturmaya çalıştık. Birinci çıkış noktamız bu. Müfredat çalışmasında haftalık ders saati sayısını azaltacak ve "değerler eğitimi" vermeye başlayacağız. 15 Temmuz örneğinde olduğu gibi dini, etnik kimliği, siyasi kimliği, bu coğrafyayı bir arada tutabilecek referans değerlerimiz var. Bu değerlerin çocuklarımızla paylaşılması gerekiyor. Bizim müfredata yaptığımız üçüncü katkı budur.” (MEB Müsteşarı Yusuf Tekin/24.11.2016/Basından)

Önce söylemek isteriz ki, akademisyen ve öğretmen, maaş karşılığı işini yapan değil, mesleğini seven; uzman/araştırmacı v.b. olacak öğrencileri en iyi şekilde donatan kişidir… Birkaç yanlış örneği alıp, genelleme yapmak doğru neticeler vermez…Biz, bir akademisyen olarak Sn. O.Günaydın’ın yaklaşımını doğru bulmuyor, çoğu öğretmenin akademik eğitimle,orta-lise eğitiminin bilincinde olduğunu görüyoruz. Meraklı, öğrenmek isteyen öğrenciler için kapılar her zaman açık oluyor…Zaten; lisans öğrencisinin son yıllarda lise seviyesinden farkı -maalesef- kalmadı!…Burada önemli olan, genç dimağların, popüler kültürün etkisinden kurtarılması, bilişim araçlarını doğru kullanmalarının sağlanmasıdır.

Sn.Y.Tekin’in görüşlerine gelince; “bir kişiye ne kadar çok bilgi verirseniz verin, onun alacağı anlayabileceği kadardır” diye bir söz vardır... Önemli olan, üniversiteye gidecek öğrencilerin, gerekli alt bilgilerle donanmasıdır ki, lisans eğitiminde zorlanmasın. Öğretmenlikte; formasyon eğitimi bunun için gereklidir. Elbette, gereksiz bilgilerle öğrenciyi doldurmak yerine; bilgiyi bulup, kullanabilecek yolları öğretmek geçerli olmalıdır. Yani; “balık yemeyi değil, balık tutmayı öğretmek” gibi… Elbette bunların sözde kalmaması, uygulamaya geçmesi ve uygulamadan hiç kaldırılmaması en doğru yoldur.

Sözü edilen, “değerler eğitimi” bugüne kadar verilmemişse, eğitim dünyası için bir ayıptır!...Bizim kuşak (1957) değerler eğitimine bağlıdır da, son yıllarda neden gevşemiştir?, bu sorgulanmalı ve çözüme gidilmelidir.

Bu güzel ülkeyi, içeriden ve dışarıdan karıştırmak isteyen güçler hep olmuştur ve olacaktır da!…

Önemli olan, kişileri; sağlam, bilgili/bilinçli, dış etkenlere/yozlaşmaya kapalı, vatanını hep üstün gören, milletine sevdalı, dinine bağlı,üreten, bilime/sanata açık  bireyler olarak yetiştirmek, hep uyanık olmaktır. “Dik durmak güzeldir ama, teyakkuzda bulunmak daha önemlidir.”

 

MÜZİKÇİLERE ÖĞÜTLER…

Değerli dostum, müzik yazarı Sn. Evin İlyasoğlu, ünlü piyanist ve orkestra şefi Daniel Barenboim’un konuşmasından yola çıkarak, güzel bir derleme yapmış ve  müzikte yapılması/yapılmaması gerekenleri örneklerle açıklanmış. Konuşmada; müzik ve cesaret üzerinde durulmuş. Müziğin acımasız olduğu, gelinen noktada/çizgide kalabilmek için durmadan, aksatmadan, günlük olarak çalışmanın gerekliliği üzerinde durulmuş. Ve, sanatta nerde olursa ol; “alçak gönüllü olmayı hiç unutma”, “her zaman bir ustanın önünde çalıyormuş gibi çal” nasihatları çok önemli. Sizinde beğeneceğinizi umuyorum;

 “…Cesareti kaybetmek, bir yerde iç denetimi yitirmek, onun için: Yorumcu bu durumda ya tempoyu hızlandırıyor, ya dinamikleri güçlendiriyor, ya da gerilimi artırıyor. Beethoven’ın Waldstein Sonat’ından örnek veriyor: “İnceliklerine çok dikkat etmek gereken bir sonat. Çünkü dinamiklerini (ses yüksekliklerini) kontrolsüzce çalarsan müzik alıp başını gidebilir. Ama bundan kaçınmak için tedirgin başlarsan da o müziğin değerini veremezsin.” Bir de sahne korkusundan söz ediyor: “Besteciye karşı alçak gönüllü olmasını bilmelisin ama sahneye çıktığında unutma ki sen yorum yapmayı, duyulmayı hak ettiğin için oradasın. Dikkat et, sahnedeyken izleyenlerin en  kolay algılayacağı duygu, senin kendine güvensizliğindir….Bu konu özellikle dikkatimi çekti. Çünkü günümüzdeki genç sanatçıların uçsuz bucaksız cesaretine tanık oluyorum son zamanlarda. Özellikle bizim toplumda kimi ebeveyn, yetenekli çocuğuna üstün olanaklar hazırlıyor. Küçük yaşta sahneye çıkmasını, bol bol alkışlanmasını sağlıyor. Çocuk kısa yoldan “ben artık oldum” gururuna kapılıyor. Oysa müzik denen sanat dalı o kadar acımasız ki! Tırmandığın düzeyde kalabilmen için durmadan çalışman gerekiyor. Kapalı kapılar ardında, kendi başına, melodik bile olmayan alıştırmalarla saatlerce baş başa kalmalısın! Sonra da bir yerlerde saklanan o estetik çiçekleri toplamasını bilmelisin …….Ünlü romantik besteci Robert Schumann’ın genç müzikçilere 19. yüzyıl başındaki öğütleri her zaman geçerli: “Alçakgönüllü olmayı hiç unutma. İlk buluşları sen yapmıyorsun. Çaldığında seni kimin dinlediğini umursamayabilirsin ama bundan cesaret alma, her zaman bir ustanın önündeymiş gibi çalmalısın. Karşındaki dinleyicinin zevkine uyum sağlayacağım diye hiçbir zaman değersiz şeyler çalma……… Hâlâ, her gün cesaretle çalışıyorum. Konserim olsa da olmasa da, bir dinleyici kitlesinin önüne çıkacakmış, sahnede onlara doğru yürüyüp güç kazanacakmış gibi,cesaretle!”  

 ()

Gelecek yazı: Güzel Sanatlar Alanı Sempozyumlarında, bir adım ileri gidemiyoruz?!..(1)

‘SAĞDUYU’DEDİĞİN ŞEY!...
"……İkon kime, neye deniyor; inan en ufak bir fikrim yok. 96 yaşına basacağım, hâlâ ikonun ne anlama geldiğini bilmiyorum. İkon, diva, kral, , süperstar... Herkesin her şey olabildiği bir dönemdeyiz artık…….Kendimi bildim bileli aynı insanım. Ne fikrim değişti, ne kelimelerim ne de kıyafetlerim... Ama bir bakıyorum çok ‘trend’ olmuşum, bir bakıyorum çok ‘sıcak’, çok ‘soğuk’, çok ‘hip’, çok ‘ikon’... İnsanlar etiketlendirmelere, kategorilere, markalara bayılıyor. İşlerine geliyor çünkü. Düşünmeyi, eşelemeyi seven yok. Tembellik baki. Birini, üzerindeki etiketiyle beraber tanımak işlerine geliyor. Bu yüzden herkes etiket okuma uzmanı oldu çıktı! Göz göze gelen, konuşan yok ki birini gerçekten tanıma şansın olsun... Yaşlandıkça tek bir şey öğrendim: ‘Sağduyu’ dediğin şey,  içinde ‘sağ’ kalmamış, çoktan ölmüş…. Yalakalığa tahammülüm yok. Sürekli birileri yanıma gelip ne kadar ilham verici olduğumdan, hayatlarını nasıl da değiştirdiğimden bahsediyor. Nezaket güzel bir şey ama ilham almak/vermek bu kadar kolay olmamalı. Birbirimizi kandırmayalım. Yaptığımız iş, ‘ruj servisi’nden başka bir şey değil. Git davete, ver pozunu, şapır şupur öp, iki kadeh tokuştur, sonra doğru eve... Kim olduğunu çözmeden, kendini tanımadan gerçekten stil sahibi olamazsın. Önce kim olduğunu çözeceksin. Kendini bilmek, tanımak dünyanın en zor işi ve bunun moda insanı olmakla alakası yok. Kolay değil. Süreç çirkinleşebilir, canın sıkılabilir. Aktrislere bakıp, iki dergi karıştırıp, biraz da dünyayı gezip kendine bir tarz belirleyemezsin. Stilin aslında senin içinde saklı, nasıl biri olduğunda gizli. Bu yüzden mimarların, tasarımcıların tarzlarına bayılıyorum. Üretmeleri için önce kendilerini keşfetmeleri lazım. Bu keşif, tarzlarına da yansıyor. Modadan anladıkları yok ama hayranlık verici bir stilleri var.”
KARİYER EĞİTİMİNDE SON NOKTA!...
Şarkıcı Ebru Polat, sosyal medya hesabından arkadaşlarına şöyle seslenmiş; “Diğer ünlü arkadaşlarıma not: Sosyal medyada sevenlerinize örnek olacaksanız, eğitime yönlendirerek örnek olun. Ben snapte sürekli bunları anlatmaya çalışıyorum. Özellikle genç kızlarımızdan çok güzel mesajlar alıyorum. Ne mutlu bana… Bu arada birçok üniversiteden kariyer eğitimi semineri vermemle ilgili teklifler alıyorum. O kadar kalabalıkta konuşamamaktan ve size yetememekten korkuyorum. Ama yakında teker teker hepsine katılacağım.”
Biz teklif veren üniversiteleri merak ediyoruz?!. İsim verilmesi mümkün mü?!..