BIST 9.693
DOLAR 32,50
EURO 34,69
ALTIN 2.491,09
HABER /  GÜNCEL

RADİKALi asker yönlendiriyordu

28 Şubat'ın bulaştırdığı pislik hala temizlenmedi

Abone ol

Dilek Yaraş-İnternethaber 

2. Bölüm:

Gazeteci ve araştırmacı yazar Koray Düzgören, söyleşimizin birinci bölümünde İngiltere'den Türkiye'nin nasıl göründüğünü; İngilizlerin Türkiye'ye bakışını anlatmıştı. Bu bölümde ise Türk basınının sancılı dönemlerindeki tanıklıklarını okuyacaksınız... 
         
                                          ***

Türkiye’ye dönelim... 28 Şubat sürecini anlatır mısınız?

28 Şubat sürecinde Radikal Gazetesi’nden çıkarıldım. O zamanki genel yayın müdürünün –adını dahi ağzıma almak istemiyorum- (Mehmet Yakup Yılmaz D.Y.) geçenlerde bir dergiye verdiği ropörtajda Radikal’in, ‘Andıç’ denilen rezalet ile bir ilgisi olmadığını söylüyordu. Gerekçe olarak ise ‘Andıç’ı yayınlamadıklarını ileri sürüyordu... Yani, meseleyi çarptırıp, 28 Şubat’ın medyaya bulaştırdığı ve bana kalırsa hala da devam eden pisliğinden kurtulmayı umuyordu. 

                        ''Radikal'i generaller yönlendiriyordu''

28 Şubat’a Radikal bile direnemedi diyorsunuz ...

Büyük vaadlerle yayın hayatına başlayan ve benim gibi çizgisi belli bazı gazetecileri de kadrosuna katmaktan çekinmeyen Radikal, özellikle Susurluk rezaleti sırasında gazetecilik açısından çok iyi bir çizgi tutturdu. Ancak, 28 Şubat sürecinin başlaması ile birlikte -diğer birçok gazete gibi- Ankara’daki bazı generaller tarafından yönlendirildi. Aslında 28 Şubat, bir anlamda Susurluk’un bastırılması operasyonuydu.
Radikal’in ‘Andıç’ denilen ve general Çevik Bir ve çevresindeki subaylar tarafından hazılanan bir iftira belgesini yayınlamamış olması 28 Şubat sürecinin bir parçası olmadığını göstermiyor...

Sizin Radikal’deki göreviniz neydi o dönemde?

Forum ve Analiz isimli sayfaların editörlüğünü yapıyordum ve köşe yazısı yazıyordum. Özellikle Forum sayfası, Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk ve Emekli askeri yargıç Ümit Kardeş gibi değerli tartışmacıların da yer aldığı çok değişik görüşlerin olduğu bir fikir formu halini almıştı...

    ''Refah Partisi her ne pahasına olursa olsun kapanacaktı''

28 Şubat’ın darbe havasında gazetenin genel yaklaşımı askerlerin politikalarından yani darbeden yana çözümlere yöneldi. Refah Partisi’nin her ne pahasına olursa olsun alaşağı edilmesi isteniyordu. Bense demokrasi dışı yöntemlere karşı çıkıp meselenin genel oya havale edilmesi, demokratik yöntemlerle çözülmesi gerektiğini söylüyordum.
Sonuçta, önce Analiz sayfası yayından kaldırıldı. Bu ilk mesajdı. Sonra da bir iş gezisi sırasında Amerika’dayken Forum sayfasının ve köşe yazımın kaldırıldığını öğrendim.
Dönünce de genel yayın müdürü, askerlerin talebi ile işime son vermek zorunda kaldıklarını bana bildirdi... O dönem sadece ben çıkarılmadım, başka tasfiyeler de oldu. Bunlar hep 28 Şubatçılar istediği için ya da onlara şirin görünmek adına yapıldı... Radikal, ‘radikal’ bir gazete olmaktan çıktı. Darbe destekçisi uysal bir gazete oldu.

Gelelim Yeni Şafak'ta yazmaya başlamanıza...

Bir süre sonra Yeni Şafak Gazetesi’nden yazı yazmam için teklif geldi. Onlara, nasıl bir gazeteci olduğumun ve savunduğum ilkelerin onlar tarafından biliniyor olduğunu varsayarak bunu kabul edip edip etmediklerini sordum. Onlar da bana, bunu bilerek teklif yaptıklarını söylediler...

Sol görüşlü yazarlara "İslami basın" mı sahip çıktı yani?

O tarihlerde Zaman’da Hilmi Yavuz Yeni Şafak’ta Kürşat Bumin’le birlikte biz üçümüz Türkiye medyasına önemli bir farklılığı getirmiştik. Eski sol ya da sol tandanslı, ilerici diyelim –şimdi bu kavramların hepsi biribirine karıştı- bazı yazarların merkez medya dışındaki, kimilerinin İslamcı dediği, ama İslami hassasiyeti olan, bu değerlere diğerlerinden fazla önem veren gazetelerde görev alması, yazı yazması o zamana kadar görülmüş değildi.

Böylece ilk kez, merkez medyadan farklı gündemlerle yayın hayatlarını sürdüren, İslami hassasiyetleri ağır basan medyanın dışa açılabileceği; farklı fikirler, hatta inançlara sahip yazarlarla, gazetecilerle birarada olabileceği bizim o gazetelerde görev almamızla gerçekleşmiş oldu...Bu aslında İslami kesimin sol ve liberal çevrelerle Türkiye’nin önemli temel meseleleri hakkında bir süredir başlattığı diyalogun, bazı platformlarda biraraya gelinmesiyle başlayan sürecin -1995 ve sonrasında- bir devamıydı. 
'İslami basın' denilen kesim bu konuda daha cesur, hoşgörülü ve kararlı davrandı. Farklı fikirlerle birarada olmanın bir zenginlik olduğunu gösterdi. Merkez medya bu konuda adım atamadı.

Ama merkez medyada da bir Ahmet Hakan var mesela...

Ahmet Hakan’ın önce Sabah’a sonra da Hürriyet’e geçmesi merkez medyanın bu alandaki adımları olarak değerlendirilse de aynı şey değil. Çünkü bizler ve sonra aramıza katılan Ali Bayramoğlu, Etyen Mahçupyan ve Şahin Alpay bu gazetelerde yazdığımız için düşüncelerimizi değiştirmiş değiliz. Daha önce neleri savunuyorsak şimdi de aynı doğrultudayız. Bizim açımızdan değişen bir şey olmadı.

Ahmet Hakan için ise durum farklı. O eskiye nazaran farkı şeyleri, farklı biçimlerde söylüyor. “Böyle söylediği için Hürriyet’te yazma olanağı buldu” şeklindeki iddiaları tekrarlamak istemem. Ama onun yaklaşımının bizim yaptığımızla aynı şey olmadığını söylemekle yetineceğim.

Yeni Şafak için, ‘’İslamcı basın’’, ‘’dinci basın’’ gibi tanımlar var merkez medyada. Ne diyorsunuz buna?

Bu yakıştırmalar doğru değil. Yeni Şafak ‘dinci' basın da diğerleri ‘dinsiz’ basın mı? Ben daha önce de solcuların bu tür yakıştırmalarına karşı çıktım. ‘Sosyalist Basın’ derlerdi. Yine böyle diyenler var. Dinci olmak ya da sosyalistlik çalışanların siyasi fikirleri ve genel yaklaşımlarla ilgili bir yakıştırma. Gazetecilik faaliyetini bağlayan bir şey değil bu.

Yeni Şafak siyasi bir gazete. İslami hassasiyetleri var. Devletin konumuna, birey devlet ilişkilerine ve özgürlükler meselesine merkez gazetelerden daha farklı bakıyor. İnsan haklarına daha fazla önem veriyor. Bu bakış birçok konuda benim yaklaşımlarıma uyuyor.
Yani Müslümanlar istedi diye ya da Müslümanlara hoş gelecek diye kimsenin bir meseleyi eğip bükmesi diye bir şey söz konusu değil. Gerçekler neyse o...

Ama diğer gazetelerin önemsemediği bazı değerlere daha fazla önem verildiği ya da bazı olaylara onların baktığının dışında başka persfektiflerden bakıldığı da bir gerçek.

Ben o gazetenin sadece yazarıyım. Haber politikası ile benim yaklaşımlarım tam çakışmayabilir. Bu da Yeni Şafak’da yazarların özgürlüğünü gösterir. Ben, Yeni Şafak’ın -ağırlıklı olarak yazarlarıyla- muhalif olma özelliğini koruduğunu görüyorum.

Nitekim, Yeni Şafak muhalif bir gazete olarak büyüdü. Satışı 15 binlerden 150 binlere çıktı. Üstelik de şimdi ‘iktidar partisine yakınlık’ yakıştırmalarına rağmen 120 binlik satışını koruyabiliyor. İktidar gazetesi olsaydı bence bu satışı koruyamazdı.

Yeni Şafak’ta, istediğiniz her konuda özgürce ve hiç sansürlenmeden yazdığınızı söylüyorsunuz yani...

Evet... Bunu bana çok soruyorlar. Pek inanmadıklarından olsa gerek. Ama gerçek böyle. 9 yıldır derin bir saygı ortamında yazıyorum. Bu tabii diğer gazetelerde alışılagelmiş bir durum olmadığı için yadırganıyor. Sanılıyor ki bizim gibi farklı yazarlara devamlı müdahale oluyor.


Siz de biraz dikkat gösteriyorsunuzdur herhalde yazdığınız gazetenin "bazı" hassasiyetlerine?

Kuşkusuz, -kendi adıma konuşayım- ben de gazetemin bana karşı olan saygı ve güvenine aynı şekilde cevap vermeye çalışıyorum. Gazetemi zor durumda bırakmamak için büyük özen gösteriyorum. Bu kesinlikle bir öz denetim değil. Sadece belli hassasiyetlere saygı duymakla ilgili bir sorumluluk anlayışı. Bence Yeni Şafak yazı işleri, yazarına verdiği önem ve gösterdiği saygı nedeniyle böyle sorumlu bir yaklaşımı hakediyor.

Meslek hayatınız boyunca kendinizi en özgür ve en çok baskı altında hissettiğiniz dönemler hangileriydi?

Tabii darbe dönemleri. Ama,Türkiye’de bu dönemler hiç eksik olmadı ki.

12 Mart 1971’de kurucuları arasında olduğum TRT Televizyon’unda çalışıyordum. Generaller geldiler ve o zaman yayın hayatına yeni başlamış olan -1968’de- televizyonun topluma ne kadar büyük etkileri olduğunu farkettikleri için televizyondan başladılar işe.

Neydi mesela generalleri rahatsız eden?

Türkiye, o dönem televizyon sayesinde Doğu ve Güneydoğu’daki insanların yaşadıkları sefaletten, köylerin insanlık dışı ortaçağ görüntüsünden haberdar olmuştu. Muhabere generali olduğu gerekçesiyle –ne alakası varsa- TRT’nin başına getirilen Musa Öğün’ün ( TRT’nin de nihayet bir antenden ibaret olduğunu söylemiş ’’gerekirse ben bu işi 20 tane muhabere astsubayımla yaparım,’’ demişti bir toplantıda) ilk icraatı köy programlarını yasaklatmak olmuştu. Sonra da içlerinde benim de olduğum 15 programcının işine son verdirmişti.

12 Eylül’de ise Cumhuriyet’te çalışıyordum. İnanılmaz bir baskı ortamıydı. Boğazımız sıkılıyor gibi hissediyorduk. Bu baskı ortamı senelerce sürdü. 12 Eylül’ün etkileri bence hala sürüyor. Bugünkü hastalıkların temel nedeni 12 Eylül’ün sürekli hale getirilmiş olmasıdır.

28 Şubat dönemi de böyleydi. Zaten 28 Şubat’ı 12 Eylül sürecinin devamı olarak görmek lazım… 28 Şubat sürecinde az önce anlattım, Radikal’deydim. O zaman, askerlerin talimatıyla ya da askerlere –tabii askerlerle iyi geçinmek isteyen patronlara da- yaranabilmek amacıyla yaptığımız gazeteler el çabukluğu ile değiştirilir Ankara’dan gönderilen ’başka’ haber ve yorumlar yerleştirilirdi. Olup biten herşeyin tanığıyım. Çok baskılı, sıkıntılı günlerdi.

Aslında Türkiye’de bu baskı ortamı hiç eksik olmuyor. Gerçeklerle ilgilenen gazetecilerin başları beladan kurtulmuyor.

Son zamanlarda medyanın önde gelenleri 28 Şubat’a dair epey bir günah çıkarttı ama…

Medya geneli itibarıyle hala 28 Şubat medyası. Demokrasiyi, AB sürecini savunur görünenler bile her an, herhangi bir olayda hemen rotalarını askerlerden, demokrasi dışı çözümlerden yana çevirebilirler. Nitekim hep görüyoruz. Şemdinli Çetesi meselesinde, PKK ile ilgili olaylarda, generallerin yaptığı açıklamalarla ilgili olarak bu yüzlerini hemen gösteriyorlar.

Şimdi o dönemin gazete yöneticilerinden bazıları ”Bizim o dönemde bir günahımız olmadı” deseler de siz inanmayın. İşin kötüsü, o dönem işbaşında olanlar hala medyada önemli yerlerde kontrolü ellerinde tutuyor. Hatta bazıları terfi ettiler.

O baskılara dayanmak çok kolay olmasa gerek. Sizin gibiler de epey ağır bedeller ödüyorlar…

Ya onların istediği gibi bir gazeteci olacaktım ya da gerçekler karşısında görmez, duymazları oynayacaktım... En tepe görevler önerildi. En tepe görevlerde bulundum, ama bunu yapmayı hep reddettim. Her zaman –hatta çok ciddi korkular yaşadığım, tehditler aldığım halde bile- inandığım şeyleri yazdım. Ne pahasına olursa olsun, hangi bedeli ödemek zorunda kalırsam kalayım…

Ama, bu muhalif tavrım ve bağımsız duruşum uğruna ödediğim bedellerden pişman değilim. Herkese karşı incelip, bükülmeden fikrimi söyleyebiliyorum. Hiçbir general ve muktedir karşısında eğilmiyorum, ceketimin düğmelerini iliklemiyorum... Çok daha özgür hissediyorum kendimi. Bu da ödenen bedellere değiyor doğrusu.

                                       -BİTTİ-