BIST 9.548
DOLAR 32,52
EURO 34,54
ALTIN 2.495,05

O gün oradaydım!!!

Kullandığımız birçok elektronik cihazda sistem geri yükleme veya fabrika ayarlarına dönüş denilen bir uygulama vardır.

Cihazın özellikleri üzerinde ihtiyacımız doğrultusunda yaptığımız bazı değişiklikler sonucu problem çıktığında, cihazın ana yazılımını silmek yerine bu seçenekleri kullanırız.

Devleti yönetenlerin, kanun yapıcıların alacakları yeni yasal ve siyasal kararlarda da yaklaşım bu şekilde olmalıdır.

Alınan siyasal kararın olumsuzluklarıyla karşılaşıldığında yeni bir uygulama denenmeli ya da uygulamaya sokulan karardan geri adım atılarak başlanılan noktaya dönülmelidir.

Devleti yıkıp yeniden devlet kurma yolu seçilmemelidir!

Devlet kurma ihtiyacı ancak ve ancak mevcut devletin ortadan kalkması ile zaruri hale gelebilir.

Türkiye Cumhuriyeti işte böyle bir zaruretten dolayı var olmuştur.

Küçük bir farkla;

Tamamen yeni bir devlet olmayıp, Osmanlı’nın küllerinden doğmuş, tek aile yönetiminden çağdaş ve yeni bir yönetim anlayışıyla vücut bulmuştur.

Ülkemizde yaşanan toplumsal ve siyasal kaosa da işte bu mantıkla yaklaşmak gerekir.

Onlarca yıldır süregelen etnik ve mezhepsel ayrışımın ülkemizi ne hale getirdiği ortada.

Buna rağmen devletin kuruluş noktasından itibaren daha iyi yönde adımlar atmayı başaramamışsak döneceğimiz nokta kuruluş noktası olmamalıdır.

En son iyi olduğunu düşündüğümüz noktaya dönmemiz ve günün gereklerine uygun düzenlemelerle yolumuza devam etmemiz yeterli olacaktır.

Günümüze bakarak o noktanın ABD sevk ve idareli 1980 askeri darbesi olduğunu söylemek pekala mümkündür.

Yani döneceğimiz nokta 80 darbesinden bir gün öncesidir.

Darbecilerin hazırladığı 1982 Anayasası günümüzün yaşanmakta olan siyasal ve toplumsal trajedisinin mütesebbibidir.

ABD – İngiltere başta olmak üzere küresel güçlerin ülkemize yönelik bölücü, ayrıştırıcı baskısının kendilerince son önemli gerekçesi 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatıdır.

Ecevit’in ABD’ye rağmen “Ayşe tatile çıksın” parolasıyla başlattığı harekat, ulusal çıkarlarımızın kaçınılmaz adımıydı ancak küresel güçlere göre aynı zamanda bugünlerin de gerekçesiydi.

Kıbrıs Savaşından hemen sonra küresel güçler harekete geçtiler.

1970’li yılların sonlarına doğru ülkede gizli bir hareketlilik baş gösterdi.

 Bu hareketlilik bir yandan anarşi şeklinde ortaya çıkarken diğer yandan demografik yapıda gizli değişimler şeklinde tezahür etmeye başladı.

Amaç belliydi;

Anarşi ile ülke yönetimine el koyacak askeri darbeye gerekçe oluştururken ileride bölünmeye zemin hazırlayacak demografik yapıda da hareketlilik başlatılacaktı.

Sonrasında darbecilere hazırlattıkları 1982 Anayasası ile toplumun kısa ve orta vadede gruplaşması, ayrışması ve bu ayrışmanın eyleme dönüştürülmesi amaçlanmaktaydı.

Sosyal bilimcilerin üzerinde titizlikle çalıştığı plan uygulamaya sokuldu ve kan revan içinde günümüze kadar geldik.

Bu gün sonuçlarını gördüğümüz birçok şeyin nedenini anlamak için dönüp geçmişe bakmak gerekir.

Aksi halde çıkaracağımız sonuçlar kendimize yakın hissettiğimiz ideolojiye yakın ve dolayısıyla yanlı çıkarım olacaktır.

Bu konuyla bağlantı kuracağım kendi hafızamdan bir kesit anlatmak istiyorum;

Henüz çocuk yaşlardaydım.

Sebebini anlayamasam da yapım gereği yaşananları iyi gözlemleyebiliyordum.

Devlet kavramından haberdardım. Daha çok “devlet baba” diye anılırdı çevremde. O günün yaşlıları aralarında sohbet ederlerken ne zaman çocuklardan bahsedecek olsalar “vatana millete hayırlı evlat” tabirini kullanırlardı.

110 Haneli küçük bir köyde yaşıyordum ve bize öğretildiği kadarıyla Vatan önceliklerimizin başında yer alırdı!

O günlerde köyümüzde başlayıp diğer Türkmen köyleri de arkasından sürükleyen bir dağılma sürecini özetle anlatacağım;

Muhtarlık seçimleriyle birlikte başlayan sıradan bir tartışma ve münakaşanın kendileriyle birlikte birkaç köyün de dağılmasına sebep olacağı kimsenin aklına gelmemişti kuşkusuz.

Korkulan olmuş, köylüler arasındaki süregelen doğal birlik bozulmuştu.

Ölüm sessizliği çökmüştü bütün köyün üstüne.

Bu tedirgin bekleyiş sırasında köylülerin aklında ortak tek soru belirmişti;

Nasıl olmuştu da devlet ihmalinden kaynaklanan zor yaşam koşullarının ve yıkıcı yoksulluğun yapamadığını küçük bir tartışma yapabilmişti?

Bundan sonrası için kendilerini nasıl bir gelecek beklemekteydi?

Daha önce çok daha zor dönemleri birlikte yaşamamışlar mıydı?

Yazık ki herkesin gözleri önünde dağılma sürecini yaşayan köylere devlet de sırtını dönecek, kaderlerine terk edileceklerdi.

O günlerde köy sakinleri bunu bilemezlerdi elbet.

1700’lü yıllarda Oğuz boylarından gelen Türkmenlerin yerleştiği bu köy Kars’ın Kağızman ilçesinin sınırları içinde bulunan Kömürlü köyüydü.

Genel olarak Kars'da 1800’lü yılların sonunda Rus işgaliyle başlayan çileli günler, 1918 yılında Rusların çekilmesiyle birlikte yeni ve daha şiddetli mezalim ile trajedi katlanmıştı.

Ruslar çekilirken bölgenin denetimini silahlandırdıkları Ermeni çetelere bırakmışlardı. Ermeniler çevre köylerle birlikte Kömürlüde de genç yaşlı demeden katliama başlamış, büyük kıyımlar yapmaktaydı.

Ölüm kol geziyor, tecavüzlerin ardı arkası kesilmiyordu.

Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte rahat nefes alan bölge insanı sıkı sıkıya sarıldıkları bu yeni sistemin, bir gün kendilerini kaderleriyle baş başa bırakacağını nereden bilebilirlerdi ki…

Yıl 1978.

O gün oradaydım.

Bir sabah erken saatlerde köyün girişinde iki kamyon belirmişti.

Birbirine bitişik evlerden oluşan köy evlerinin damlarına çıkan köylüler, uzakta görünen bu iki göç kamyonunun gelişini tedirginlik ve sessiz gözyaşları içinde izlemekteydi.

Çözülme başlamıştı.

Gelen kamyonlar; dilleri, kültürleri farklı olsa da aralarında husumet olmadan fakat ayrı ayrı köylerde dostça yaşayan iki etnik grup arasında uluslar arası plan gereği yaşanacak bölgesel demografik yapıdaki değişimin ön taşıyıcılarıydı.

Belli ki; 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile sabrı taşan batılı hakim güçler doğu ve güneydoğu kozlarını oynama kararı almışlardı.

Bu bölgelerde etnik ayrışımı tetikleyerek özellikle Kürt etnik grup üzerinden Türkiye’yi günümüzdeki boyuta taşıyan kaos ile baş başa bırakacaklarını ancak çok sonra anlayabilecektik.

1978 Yılında başlayan bu demografik hareketlenmenin akıllarda oluşturduğu soruya ülkedeki daha sonra yaşanacak siyasal gelişmeler aranan cevabı verecekti.

ABD’nin sevk ve idaresinde gerçekleştirilen 1980 askeri darbesi ile Türkiye’nin kaderi yeniden yazılacak, etnik ayrışımın yanı sıra din eksenli propagandalar ile Türk siyasi hayatı ulusal çıkarlara taban tabana zıt olacak gelişmelere gebe bırakılacaktı.

Darbecilere hazırlattıkları 1982 Anayasası ile ayrışımı körükleyecek, içinden çıkılamaz tartışmaların yaşanacağı atmosferi yaratabileceklerdi.

Öyle de oldu.

Kürtçeyi yasakladılar ve kart kurt uydurması ile Kürtleri yok saydılar. Din dersini zorunlu hale getirip üniversitelerde başörtüsünü yasakladılar.

Söz konusu grupların beklenen tepkisi gecikmedi!

Yok sayarak Kürtleri, zorunlu din dersi ile Alevileri ve yasaklarla da bireysel özgürlüğü kısıtlanan dindar toplumu harekete geçirdiler.

Artık hepsinin eline kullanabilecekleri güçlü propaganda malzemesi verilmişti.

Ayrışmanın bütün gerekleri tedavüldeydi!

Darbe ile önü açılan din simsarları dini, Kürtleri temsil ettiğini söyleyen terör örgütü PKK ret ve inkâr politikasını, kendilerine dayatılan ve dışlandıklarını savunan Aleviler ise zorunlu din dersi ve kendilerinden esirgenen ibadethane sorununu propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladılar.

Bir yandan PKK terörü ve onun uzantısı olan bir takım siyasi partiler, bir yandan Laik Cumhuriyetin temelini dinamitleyen ve mantar gibi çoğalan tarikatlar ülkeyi küresel güçlerin istediği kıvama getirmek için son sürat çalışmaya başladılar.

Aleviler ise tarihleri boyunca kendilerini en fazla güvende hissettikleri cumhuriyete daha sıkı sarılma refleksi ile faşizme karşı ortak tavır almaya başladılar. Dış planlayıcıların ülkemize dayattığı değişime karşı direnmeyi tercih ettiler.

Böylesi bir atmosferde yaşanan gelişmeleri incelediğimizde etnik ve inanç üzerinden propagandalarıyla bilinen ve popüler hale gelmiş siyasi partilerin 1980 askeri müdahalesinin birer eseri olduğunu net olarak görebilmekteyiz.

Günümüzde hangi köşe yazarını okusanız güncel tartışmaların içinde boğulduğunu, kör dövüşü içinde kendinden farklı düşünene laf yetiştirdiğini göreceksiniz.

Aydınlar ülke olarak yaşanan gerçeği kâr zarar hesabı yaparak, kendisine bir zeval gelip gelmeyeceğini hesap ederek ve düzene ters düşmeyecek dozda anlatma telaşında.

O gün köye gelen farklı etnik kökenden iki aile Kağızman’a bağlı Türkmen köyleri için sonun başlangıcı olmuştu.

Birkaç sene içinde 110 haneli köyde sadece 2-3 Türkmen aile kalmıştı. Kömürlü köyünde başlayan bu dağılma süreci sınır komşusu ve yine Türkmen köyü olan Böcüklü’ye de sıçramış, onu Çilehane, Paslı gibi diğer Türkmen köyleri takip etmişti.

Yok pahasına sattıkları evleri, tarlaları göç edecekleri büyük şehirlere kendilerini götürecek kamyonun taşıma ücretini bile denkleştirememişti.

Aileler parçalanmış, hatıralar terk edilmişti.

Biz şanslıydık. Kağızman’da da evimiz ve bahçemiz vardı. Ama yaşayanlar bilir; Küçük yerlerde hısım akraba olmadan yaşamak zordur.

Hatırlıyorum da;

Türkiye Cumhuriyetinin bir bölgesinde bütün bunlar yaşanırken, aileler parçalanıp  ülkenin çeşitli illerine dağılırken hiçbir devlet yetkilisi “orada neler oluyor” diye merak edip sormadı bile.

Şimdi ise küresel güçlere hizmette sınır tanımayan bir anlayış hakim.

Peki ya aydınlarımız ne yapıyor?

Gerçek anlamda aydınlarımızın bir bölümü sistemin baskısı altında inliyor. Bir bölümü kendini ifade edebileceği platform bulamıyor.

Papucları dama atılmış durumda.

1980 darbesinin yarattığı düzene ayak uydurabilmiş ve hatta onun hizmetinde olan yazar çizerler artık aydın diye anılmakta. Yeni nesil aydınlar günceli takip edip iktidar lehinde karınca kararınca yazılar döşenmekte. Antidemokratik uygulamaları halka demokrasi diye yutturmanın peşinde.

Halk ne yapıyor?

Halk başına nelerin geleceğini kestiremediğinden olsa gerek, şimdiki haline şükredip hangi cemaate mensup olsam telaşına düşmüş. Aksi halde belediye yardımlarından mahrum bırakılacağı korkusu içinde sürünüyor. Aslında çarenin kendisi olduğundan bihaber içten içe bir kurtarıcı bekleyip duruyor.

Umarım bir gün bir bilim adamı Kömürlü köyü ve onunla aynı kaderi yaşayan diğer köylerin geçmişte yaşadığı bu trajediyi incelemeye değer görür ve tüm Türk halkına duyurur.

Korkum odur ki; Türkmen köylerinin yaşadığı trajedi yarın Türk Milletini oluşturan diğer etnik grupların da başına gelecektir.

Onca ayrıştırma çabasına rağmen bütün etnik gruplar sağduyusuyla, derin önsezisiyle birbirine karşı düşmanca tutum içine girmemiştir.

Şimdilik tek tesellimiz de budur.