BIST 9.525
DOLAR 32,52
EURO 34,75
ALTIN 2.498,23

Ne değişti

Maalesef değişmeyen tek mesele Türkiye’nin kuruluş ve kurtuluş savaşı…

Küçük bir köy düşünün.. Klasik olması gereken türden, iki tepe arasında ortasından gecen bir dere, evlerde serpiştirilmiş ikili üçlü öbek halinde, bitişik olan evler sırt sırta verirken akraba olduklarını haykırırdı etrafa.

Bacasız çatısız, ayakta zor duran pespaye evler. Tüm evlerde kullanılan malzeme sadece toprak, ağaç ve taş, dağları kadar sade ve renksiz. Her yer gri, sadece duvarlar farklı oda kirecin verdiği beyazlık. Yerde sergi sadece hasır, oda saptan samandan.

O yaşların bana verdiği his herkes mutluydu. Tek gaye akşam kaynayacak kazan ve içine koyacakları teferruatlar.

Ortada bir tencere etrafına dizilmiş adam başı kaşık. Ağzı büyük olanlara okka gibi ağaçtan kaşık, Kepçe varmaydı hatırlayamadım da çatal ya da bıçak kimsenin sofrasında görülmedi, çatala takılacak, bıçakla kesilecek ekmek dahi yoktu, çünkü ekmek tandır denen alev çukurundan çıkar eline kuvvet kâğıt yırtar gibi parçalanır, yemekten çok o yenirdi yemesen doyamazdın.

Köyümüzde bana göre çok yaşlı vardı. Hepsi benim gözümde dedeydi, jilet mi yoktu bilemiyorum ama herkesin suratı tüylü bazısında siyah bazılarında beyaz bir de kırmızı sakallılarda vardı. Onlara Gürcü derlerdi. Hatta biri annemin sütoğluydu. Süt vermiş zamanında annesi hastayken yatağında.

Akşam yemeklerinin bir farkı vardı. Hayatımızda benim ve kardeşlerimin. Fark yediğimiz yemeğin menüsünde değil avuç içi büyüklüğünde beyaz bir çinko tasta gizliydi.

Menü hiç değişmedi sofrada ama bazen yazın yeni sebzelerle tanışırdım. Üniversite yıllarında tanıştığım karnabaharın heyecanında.

Sabah öğlen akşam değişmeyen yemek hep çorbaydı ama cinsi değişirdi. Bazen de ekmeğin kendinden yapılan ki, düşündüğümde yokluk yemeği dediğim ekmek aşıdır.

Kolay bir yapılışı vardı ama tadı o zamanlar muhteşemdi benim için. Özlemedim değil!

Ekmeğin soğanlı suyla ıslatılıp tepside kebap niyetine sunuluşuydu. O kadar çok kartol yemeği yemişim ki üniversite yıllarımda bile görünce açlığım yatışırdı. Tek güzel tarafı rengiydi, Altın sarısı haşmetiyle tencerede çok zengin dururdu.

Beyaz küçük çinko tas her akşam hava kararmadan içine aldığı sıcaklıkla, karşı çaprazımızda küçük bir eve doğru yola çıkardı. Ev tek odalı bir de tandır başı denilen şimdinin mutfağı sayılan Kürt Rasim dedenin evine…

Eşi ölmüş köyde tek başına yaşayan Kürt resim dedem.

Akrabam sanırdım ama büyüdüğümde sorduğumda akrabamız olmadığını dedemin dostu olduğu için köye gelip sığınan bir garibandı.

Suratını kaplayan siyah tüylü koca burnunu aratmayan,, büyük kulaklarıyla secdece tası elimden alırken titreyen ellerine eşlik eden kısık sesiyle yaptığı dua ve aileme gösterdiği minnet duygusu  bendeki yokluk yada yoksulluk duygularımı dizginliyordu ki, hiç konuşmadığım Kürt resim dedeyi  hep hayatımın içinde tuttum. Ta ki musalla taşında yatarken onun için ağladığım ana kadar.

Yaşım kaç olursa olsun Kürt kelimesi ni hiç yadırgamadım hiç yabancı gelmedi bana, abimin askerlik dönüşü köyümüze gelen ikinci radyonun uzun dalgasında dinlediğim Kürt ezgileri kadar sıcak ve bizden bildim.

Farklı olduklarını komşumuzla olan farklılığımız kadar bildim. Keza köyümde Çerkez’de vardı, Gürcü’de vardı, Türk’te vardı ama sadece geldikleri yer olarak anılırlardı, Erzurumlu, Ardahanlı. Anam bana kızınca mıgır diye seslenirdi rahat dur derdi yaptığım yarmazlıklarda. Belli ki köyde ermeni de yaşamış çünkü mıgır ermeni ismiydi.

Sadece dedeme Çerkez hasan derlerdi, onu da ayrıştırmak için değil hasanlar karışmasın diye. Köyün tek mavi gözlü, vallahi deyip söze başlayanıydı o

İnanan, inan mayan olmazdı. Namaz kılmayanlara sadece onun imanı biraz kıt derlerdi ama köy odalarındaki toplantılarında köyün tüm haneleri katılır. Düğünlerde halaya herkes omuz koyup, tırpan günü herkes aynı çayırda saf tutardı. Ekmekleri yuvarlayıp goguç yapıp aynı tasa kaşık çalarlardı.

Sınır kavgası, köpek dalaşı olurdu ama çocuk yüzünden kavga etmezlerdi, herkes suçluda olsa karşı tarafın çocuğunu kollar eve gelince kendi çocuğuna kendi azarlardı.

Kısacası baharda sabanı,

Zor anlarda samanı,

Kışın yollar kapanıp mahsur geçirdiğimiz zamanı beraber paylaşır, Kendi kendimize yeterdik.

Tek bildiğim o köy bizimdi ve oranın dışında bir dünya var mı bilmezdim, tek bildiğim köyümüzün aşağısında biraz daha gidersem çerçi ali dayımın köyüne gidebileceğimdi. Oranın hep büyük ve zengin bir yer olduğunu düşünürdüm, nedeni çerçi Ali dayımın sepetini dolduran onlarca görmediğim, tatmadığım birçok şey oradan geliyor olmasıydı. Hele de kırık leblebinin tadını iki kuru üzüm tanesi arasında hissettiğim her an, merakım büyürdü ali dayımın köyüne.

Ali dayımın köyü alevi köyüymüş çok sonraları öğrendim. Lise birinci sınıfta sordum anneme biz alevi miyiz diye manasını bilmeden.

Hiç umursamadı önemsiz bir bakışla nerden çıktı bu, değiliz ama olsan ne olmasan ne dedi ve işine devam etti.

Ali dayı babamın asker arkadaşı eşi sultan teyzeyse anamın bacılığıydı, ahretlikte derlerdi birbirlerine.

Keşke hep çocukluğumdaki dünyayı bu günümde yaşayabilsem, ya da bu günün etnik yapıları halkları tanıdıklarımdan ibaret kalsaydı.

Ya onlar değişti ya da ben çok deneyim yaşadım.

Artık anlıyorum ki hayatımda değişen şeyler kadar ülkenin gerçekleri de değişmiş

Binalar değişti insanlar değişti.

40 haneli bir köye 5 faklı etnik yapıyı huzur içinde yaşatan cumhuriyetin misakı milli sınırlarında hala huzuru bulamaması çok acı.

 Maalesef değişmeyen tek mesele Türkiye’nin kuruluş ve kurtuluş savaşı…

Şimdi algımızı hem kendi, hem yeni nesiller için berrak ve gerçekçi tutmalıyız.

Köyün sınırlarını aşamayan zorunlu beraberliklerimizin şimdiden farkı yok. Kimsenin bir tarafa gitme niyeti yoksa eğer, adam gibi anlaşıp yaşlanmaktan başka çare yok

Ya da çatışıp bir birimizi bitirene kadar kavgaya devam edelim, ta ki tükenene kadar.

 Tükendiğimizde yerimizi dolduracak çok göçer olacaktır etrafımızda.