BIST 9.459
DOLAR 32,60
EURO 34,80
ALTIN 2.487,54

İslâm Afyon Değil Sorgulamadır

İslâm Afyon Değil Sorgulamadır

Ceza ve ödülün tamamen bireysel olduğu inancı dinimizin temel prensiplerinden birisidir. İslâm inanç sisteminde hiç kimse babası dahi olsa bir başkasının suçu veya günahı sebebiyle cehenneme girmeyeceği gibi, bir başkasının yapmış olduğu iyiliklerle de cennete alınmaz. Bu esas Kur’an’da ‘Hiç kimse bir başkasının yükünü taşımaz’ veya ‘İnsan için sadece kendi kazancı vardır’ benzeri onlarca ayette açıkça ifade edilir.

Esasında insanı ötekisine karşı bağımsız ve özgür kılan bu prensip hemen hemen bütün teolojik sistemlerde hürriyet, sorumluluk ve kader gibi ana başlıkların da odağında yer alır.
Çünkü sahih dinî öğretiye göre kişi kendi insanî kimliğini ancak bu prensip sayesinde gerçekleştirir. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, onun, ana-babasından bile bağımsız bir akıl ve vicdana sahip kılınmış olmasıdır. Hayatını atalarından içgüdü yoluyla öğrendiği tarzda inşa ve idame ettirmek ise, diğer canlılara has bir özelliktir.

Ne var ki, insanoğlu tarihi boyunca kendisine has kimi ‘değer veya özellikleri’ mesela ‘kendi akıl ve vicdanının sesi’ yerine başkasının sözüne körü körüne itaat etmeyi tercih etmiştir. ‘Körü körüne’ deyimi ile bizzat kendi akıl ve vicdan filtresinden geçirmeden ‘otorite’ kabul ettiği bir ‘başkasına’ mutlak itaati kast ediyorum. Oysa mutlak itaat inananlar için ancak her türlü eksiklik ve yanlışlıktan münezzeh olan Yüce Allah’a mahsustur.
İnsanı gerçek anlamda özgürleştiren bu prensip aynı zamanda onun her bir davranışındaki bireysel sorumluluğuna vurguyu da içerir. Yani kişinin tavır ve davranışlarında bir başkasını örnek edinmesi, ona itaat etmesi, onu bir otorite olarak esas alması kendisini sorumluluktan kurtarmayacaktır.

Bu prensibe dikkatimizi daha farklı şekilde çekmek amacıyla olsa gerek ki, Sevgili Peygamberimiz ‘Yaratıcıya isyan konusunda yaratılmışa itaat olmaz’ buyurur. Nitekim bu prensip modern hukukta da esas alınmış; amirin kanuna aykırı emrini yerine getiren memur da suçlu addedilmiştir.

Ne var ki, tarihî bilgiler ve sosyolojik gözlemler insanın bu prensibe çok da riayet etmediğini gösteriyor. Nitekim Kur’ân’ın bildirdiğine göre her peygamberin karşılaştığı ilk tepki ‘Bizi atalarımızın yolundan ayırmak mı istiyorsun? Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız’ şeklinde tezahür etmiştir.

Kur’ân ise, insan aklının kilidini çözmek amacıyla olsa gerek ki, can alıcı bir soru sorar:

‘Ya, atalarının yolu yanlış veya ataları (işin doğrusunu) bilmiyorlar ise?
Kur’ân, bu prensibi zihinlere derinliğine işlemek amacıyla cehennemliklerin itirafları arasında şöyle bir bilgi de aktarır: ‘Diyecekler ki, Ey Rabbimiz! Bizler dünya hayatında efendilerimize ve ulu kişilerimize itaat ediyorduk. Belli ki onlar da bizi yoldan çıkarmışlar. Öyle ise onların cezasını iki katına çıkar’.

Bir başka yerde ise cehenneme girenlere: ‘Sizi buraya düşüren (suç ve günah) neydi? sorusuna: ‘Yanlışa dalanlarla birlikte dalardık’ diyecekler.

İkbal’in ifadesi ile ‘köpeğin bile bir başka köpeğe boyun eğmediği bir hayatı tecrübe eden insanın kendisi gibi bir kula bu derecede teslimiyeti İslâm inanç ve düşüncesi açısından asla kabul edilemez.

Nitekim putçuluğun ortaya çıkış nedenlerini konu edinen bir araştırmada bulacağımız ilk sebep de aynı körlük ve sapkınlıktır. İnsana akıl ve vicdanını bir kenara bıraktırıp çoğu zaman da sözde ‘hikmet’ kelimesi ile izaha çalışılan bu sapkınlık Kur’ân’da kişinin kendi ürettiği kuruntu anlamında ‘iftira’ olarak tanımlanmıştır.

Bu ‘iftira’ ise gizemli, ruhanî, mistik, dinî, millî-manevî temalar içeren bir takım akıldışı kılıflarla özellikle saklı tutulmaya çalışılır ki, bu da işin doğası gereğidir. Aksi takdirde sırrı fâş olur. Kartopu gibi her yuvarlanışında büyüyerek bir sonraki kuşağa aktarılan bu kuruntular yumağı gün gelir toplum zihninde kutsal bir kimlik kazanır ve sorgulanmaya kapatılır. Her sorgulama ise aforizma ile cezalandırılır.

Yoksa gören, duyan, düşünen, konuşan, yürüyen, iş yapan bir insanın, kendisi gibi bir beşere veya daha kötüsü kör, sağır, dilsiz, güçsüz bir takım nesnelere ‘tanrı’ diye tapınmasını nasıl izah edebiliriz?

Demek ki insan kendisini kendi akıl ve vicdanından tecrit edip bu kıymetlerini bir başkası adına iptal ettiği zaman belli ki yapamayacağı aptallık, düşmeyeceği sapkınlık kalmıyor.
İslâm’ın ilk muhatabı olan toplumsal/tarihsel/kültürel/dinsel zemin de işte böylesine ‘akıl dışı’ bir öz taşıyordu. Tıpkı ‘Aklını dışarıda bırak öyle gel’ buyruğu ile Kilise’nin karanlığa gark ettiği Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi, akıl ve vicdan o zalim karyeden hicret etmişti. Bu nedenle olsa gerek ki, İslam öncelikle insanı kendi akıl ve vicdanıyla buluşturmaya çalıştı. Buluşanlar onu tercih ettiler. Bu tercih ile öncelikle Yaratan ile yaratılmış olanın güç ve kudretlerini birbirinden tefrik ettiler. Bu inanç ve bilinç ile de kula kulluğa son verdiler.

Sonuçta Peygamber’den dahi sadır olsaydı ikna olmadıkları her söze itiraz ettiler. ‘Ey Allah’ın Elçisi! Bu kendi görüşünüz mü yoksa vahiy mi? Diye açıklama istediler. Hz. Ebubekir ‘Ben Allah’a ve Peygamber’e bağlı kaldığım sürece bana itaat etmenizi istiyorum. Onlara bağlılıktan ayrılırsam bana itaat etmeniz gerekmiyor’ demişti. Bu bilinç ile donanmış Kureyşli bir kadın ise, ayağa kalkıp minberde hutbe okuyan Halife Ömer’e itiraz edebilmiş, Ömer de içtihadından vazgeçmişti. Bir başka sahabi de ‘Ey Ömer, doğruluktan ayrılırsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ diyebilmişti. Çünkü onlar varlık âleminde tek otorite olarak yalnızca Allah’ı kabul etmişlerdi.