BIST 9.717
DOLAR 32,49
EURO 34,96
ALTIN 2.435,14

Edep Edebiyat’tan Önce Gelir

Edep Edebiyat’tan Önce Gelir

Peygamber Efendimiz Müstalik Oğulları’nın zekâtlarını toplamak üzere arkadaşlarından birisini görevlendirir. İslâm edebiyatında zekât toplamakla görevli kişiye ‘zekât memuru’ denir. Ne var ki, Zekât Memuru’nun gideceği bu kabile ile kendi kabilesi arasında geçmişte bir husumet yaşanmıştı. Bu kişi kabilenin topraklarına yaklaşınca o husumeti hatırlar, ‘zarar görebilirim’ endişesi ile geri döner.

Ancak: ‘Ey Allah’ın Elçisi! Kabile zekâtını vermedi, üstelik dinden de vazgeçmişler, beni de az daha öldüreceklerdi, canımı zor kurtardım’ diyerek gerçeği tersyüz eden bir bilgi aktarır. İslâm Fıkhı’nda kamu hakkı olarak tanımlandığı için zekâtı ödememek tıpkı vergi vermemek gibi devletin egemenliğine isyan olarak tanımlandığı için Peygamberimiz de oraya gönderilmek üzere askeri bir müfrezenin ihzarını ister. Tam bu esnada herkesin ama özellikle habercilik işiyle uğraşanların iyi okumaları gereken şu ayet iner:

‘Ey Mü’minler! Size ‘fasık’ birisi bir haber getirdiği zaman onu iyice araştırın. Aksi takdirde (işin gerçeğini) bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra (gerçeği öğrendiğinizde) pişman olursunuz’ (Hucurat Suresi Ayet 6).

Bunun üzerine Allah’ın Resulü hazırlıkları hemen durdurur ve kendisine aktarılan bilgiyi test etmek amacıyla Hz. Ali’yi gönderir. Adı geçen kabileye vardığında oraya ulaştırılmış bilgi ile buradaki gerçeklik arasında yüz seksen derece bir farkın olduğunu gören Hz. Ali zekâtı da alır ve döner.

Bu olayı geçen hafta maruz kaldığım ‘linçle’ ilgili olsun diye hikâye ettim. Malum dershane tartışmaları bağlamında iki haberciyle yaptığım sohbette kendi şahsî düşüncelerimi aktarırken: ‘Konuyla ilgili herkes gibi ben de dershanelerin mevcut eğitim sisteminin eksiklik veya yanlışlıklarından kaynaklı bir ‘anormal’ yapı olarak zuhur ettiğini, bu anormal yapı nedeniyle akıl yürütme fikir üretme kabiliyetleri köreltilmiş, birer test-matik’e dönüştürülmüş çocuklarımızın yıllar boyu süren ve adeta 7/24 şeklinde çalışan ağır bir angarya ile karşı karşıya kaldıklarını, bunun öncelikle sebeplerini ortadan kaldırmak suretiyle düzeltilmesi gerektiğini, aksi takdirde dershanenin eğitim kurumu içinde gittikçe paralel veya alternatif bir yapıya dönüşeceğini, bunun da okulun, öğretmenin, bilginin, dersin ve müfredatın anlam ve itibarına zarar vereceğini söylemiştim. Resmi kurumların paralel yapılarını anlatırken de uzun uzun örneklemeler yaptıktan sonra da hiçbir devletin veya hükümetin kendi resmi kurumlarının paralel yapılarına göz yumamayacağını, mutlaka bir tedbir alınması gerektiğini, bu ve benzeri nedenlerden dolayı hükümetin çıkış noktasını haklı ve doğru bulduğumu, ancak bunun nasıl ve ne kadarlık bir süreyle veya hangi parametrelerle çözüleceği gibi önemli konuların da ilgili paydaşlarla müzakere edildiğini, akıl ve vicdanın bir masa etrafında buluşarak makul bir çözüm bulacaklarına ilişkin ümitlerimle birlikte bir beyânda bulunmuştum.

Üzüm yemekten değil de bağcıyı dövmekten taraf bir haberci, mal bulmuş mağribi misali, yarım saatten fazla süren o açıklamayı ‘Dershaneleri KCK’ya benzetti’ şeklinde bir başlığa dönüştürüp gazetesinde yayımlayınca kıyamet koptu. Evet, ben o kelimeyi kullandım ama asla mutlak bir benzetme yapmadım. Üstelik ehlince malum olduğu üzere teşbih sanatında vech-i şebeh denilen benzeyen ile kendisine benzetilenin hangi açıdan benzeştiklerini belirten bir unsur vardır ki, onu da sözün bizzat kendi bağlamından rahatlıkla anlarsınız, tabii bağlamı korursanız. Sözün bağlamında ise, ‘önlem alınmazsa dershaneler eğitim kurumu içinde okullarımıza paralel bir yapıya dönüşecektir, her paralel yapı diğerini anlamsız, gereksiz ve itibarsız kılar’ vurgusu vardı. Dolayısıyla benzerlik sadece ‘paralel yapının tanım ve işlevi’ açısından yapılmıştı. Bunu onlarca tv önünde yaptığım basın toplantısında bir kez daha tekrarlamama rağmen özellikle ‘hüsn-ü zanna vurgu yapan okumalarla meşhur bir cemaat’in yayın organları sözü bağlamından ve sahibinin maksadından kopartıp kendi ihtirasları uğruna harcamada ısrar ettiler. Üstelik hiçbir ahlâkî kaygu da duymadan.

Bundan beter bir şey daha yaptılar. Söyle ki, konuyla ilgili yaptığım son basın toplantısında dershanelerle ilgili akademik görüşlerimi aktardıktan sonra: ‘Bunlar benim görüşlerimdir, bugün de aynı görüşteyim’ mealinde bir cümle sarf etmiş, dakikalar süren başka açıklamalardan sonra bir gazetecinin başka bir bağlamda ‘Dershanelerden özür dileyecek misiniz?’ sorusuna: ‘Hayır, özür dilemeyeceğim, çünkü o cümleciği ben değil haberci inşa etti’ tarzında bir cevap vermiştim. Gelin görün ki, aynı çevreden bir haber kanalı 7 küsur dakika süren beyânım içinden farklı yer ve farklı bağlamlarda kullandığım iki ayrı cümleciği alıp kendi icatları olan bircümleciğin arkasına dizerek:‘DERSHANELERİ KCK’YA BENZETEN ORHAN ATALAY ‘AYNI GÖRÜŞTEYİM, ÖZÜR DİLEMEYECEĞİM’ DEDİ’ şeklinde bir cümle ihdas edip kayan altyazı şeklinde 72 saat boyunca yayında tuttu.

Bildiğiniz üzere inşa, icat, ihdas ve İFTİRA kavramları arasında kısmen çakışan kısmen de ayrışan semantik bir alan vardır. Son kavramın ayırıcı niteliği ise, gerçeklikte karşılığının olmamasıdır.

Habercilik/gazetecilik kartı taşıyanların edebî bilgiden cehaletlerini bir dereceye kadar mazur görebiliriz. Peki, edebî hassasiyetten bu derece yoksunluklarınane demeli?