BIST 9.693
DOLAR 32,50
EURO 34,69
ALTIN 2.499,53

Doğal Bir Ulusal Zenginlik Olarak Gen Kaynakları

Tohum mülkiyeti üzerinde devam eden uluslararası mücadele..

Ulusal güvenlik penceresinden bakıldığında tarım ve gıda güvenliği konusunda en hassas başlıklardan birisi de tohum mülkiyetidir. Yerel üretimin ekonomik ve sosyal öneminin keşfedildiği bugünlerde, yerli tohum üretimi için en önemli meselelerden birisi hiç kuşkusuz bitki genetik kaynakları.

Bitki genetik kaynakları, ekilebilen bitkilerin geliştirilmesi için bu canlılar ile yabani formlarını da içine alan her türlü canlı bitki materyaldir. Bitki genetik kaynakları deyince aklınıza sadece pahalı ve yüksek verime sahip ticari tohumlar gelmesin. Tarla ve bahçe bitkilerinin atadan dededen kalma eski tohumları da çok önemli bir zenginlik kaynağı. Hatta, bitkilerin halen doğada yaşayan, hiçbir tarımsal değeri yokmuş gibi görünen yabani halleri de bu zenginliğin içerisinde.

Genetik kaynakların bilinçli toplanması bir önceki yazıda dramatik hikâyesini de yazdığım Rus/Sovyet bilim insanı Nikolai I. Vavilov ile başlar. Ancak bilinçsiz bir şekilde genetik kaynak/tohum toplamanın ve toplanan tohumlardan faydalanmanın tarihi sömürgecilik dönemine kadar gider. Avrupalı güçler sömürgeleştirilen topraklarda bulunan otantik bitkilerin ticari değerini merak ettikleri için bunları toplayıp merkeze yani Avrupa’ya yolluyor, buralarda kurdukları botanik bahçelerinde yetiştirerek değerlendirmeye çalışıyorlardı. Botanik bahçelerinde yetiştirilen bu yeni bitkilerin bir kısmı daha sonra Avrupa ve dünyada tüketilen temel besinlerden oldu.

Vavilov, genetik kaynakların önemini ve tarıma katkısını çok net bir şekilde öngördüğü için genetik kaynakları toplama ve karakterize etme işlemi için oldukça gelişkin ve zengin bir gen bankası kurmuştu. Halen devam eden bu geleneğe kısa süre içerisinde tüm gelişmiş ülkeler katıldı.

Son zamanlara kadar değerinin yeterince anlaşılamamış olmasından ötürü yasal bir engel olmaksızın genetik kaynak toplama ve depolama imkânı vardı. Bu serbest dolaşım imkânı sayesinde genetik kaynağın değerini erken anlayan ve bu işe para ayıran ülkeler oldukça gelişkin koleksiyonlar toplamayı başardılar. Genetik kaynakların bu kadar rahat elde edildiği dönem “Bitki Avcılarının Altın Çağı” olarak adlandırıldı.

Son zamanlarda tarımsal biyoteknoloji ile birlikte tohum sektörünün büyük oranda özelleşmesi ve şirketlerin geliştirdikleri varyeteler üzerinde hak sahipliği iddiası ile kamu kurumlarındaki ıslahçıların geliştirdikleri tohum çeşitleri üzerindeki fikri mülkiyet hakları, genetik kaynaklar kullanılarak geliştirilen yeni bitki ırklarının mülkiyeti konusunu gündeme getirdi. Genetik kaynaklar kullanılarak geliştirilen tohumların tescil ile koruma altına alınması, tüm dünyada bir farkındalık oluşurdu.  Bu uyanış uluslararası bir boyut kazanınca da genetik kaynaklar, 1990’ların sonlarında çeşitli uluslararası antlaşmalarla petrol ve kömür gibi doğal zenginlik ve dolayısıyla ticari meta olarak kabul görmeye başladı.

Bunun üzerine her ülke kendi doğal zenginliği saydığı bitki genetik kaynaklarının kullanımını ve dağıtılmasını sınırladı. Çünkü tarımsal açıdan oldukça kullanışlı olan genleri tespit edip patentleyebilecek tarımsal biyoteknolojik altyapıya sahip ülkeler ile genetik kaynağa sahip ülkeler farklı ülkeler. Çoğunluğu tropik ve tropik altı bölgelere yayılmış az gelişmiş, dolayısıyla sınırlı tarım teknolojileri altyapısına sahip ülkeler, bitki genetik kaynaklarının büyük bir çoğunluğuna sahip iken ABD, Rusya, Kanada, Japonya ve Kuzey Avrupa ülkeleri gibi tarım teknolojilerine sahip ülkeler ise genetik kaynak rezervi bakımından oldukça fakirler. Haliyle genetik kaynak rezervi konusunda zengin ancak bu zenginliği kullanacak biyoteknolojik altyapıdan mahrum ülkeler genetik kaynakların dolaşımını kısıtlıyorlar.

Peki, bu sınırlandırmadan kim nasıl etkileniyor?

Genetik kaynak bakımından zengin olan gelişmekte olan ülkeler, kendi kaynaklarını kayıt altına alıp değerlendirecek ve bu genetik kaynakların tarımsal üretimi ve kaliteyi arttıracak şekilde faydalanacak teknik altyapıdan mahrumlar. Beklenenin aksine genetik kaynakların dolaşımına sınırlama getirilmesi genetik kaynak rezervi yüksek ülkelerin besin üretme kapasitesine herhangi bir katkı sunamıyor. Yukarıda saydığım gelişmiş ülkeler ise uzun süredir depolamakta oldukları gen kaynakları sayesinde oldukça gelişkin rezervlere zaten sahipler ve bu genetik rezervleri en etkin şekilde kullanıyorlar. Sadece ABD’de şirketlerin tarımsal AR-GE faaliyetlerine ayırdıkları yıllık bütçe 6 milyar doların üzerindedir. Ancak bu rezervler ve araştırma bütçesi fakir ülkelerde gen kaynaklarına bağımlılığı ortadan kaldırmış değil. Sadece Avustralya pirincinde sağlanan geliştirmenin %62 kadarının (yaklaşık olarak 848 milyon dolarlık ekonomik katkı) fakir Asya kaynaklı olduğu hesaplanmıştır. Ayrıca eldeki zengin gen bankalarının baş gösterecek olası tarımsal sorunlarla baş etmede yeterli olacağının da garantisi yok.

Mevcut uluslararası legal genetik kaynak dağıtım sistemi fakir ülkelerin aleyhine işlemektedir ve bu sistemin yeniden kurgulanması, tüm tohum mülkiyeti meselesinin adil bir çözüme kavuşturulması gerekmektedir.