BIST 9.080
DOLAR 32,37
EURO 35,02
ALTIN 2.323,50
HABER /  GÜNCEL

Davutoğlu'ndan çözüm süreci tüyosu!

Başbakan Davutoğlu geçtiğimiz hafta Al Jazeera'ya verdiği röportajın ikinci bölümünde, çözüm sürecinin yol haritasıyla ilgili “Sürecin muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparsa önümüzdeki birkaç ay içerisinde istenilen noktaya gelinebilir” dedi.

Abone ol

Başbakan Ahmet Davutoğlu, 15 Ekim'de Al Jazeera Arapça'dan gazeteci Ahmed Mansur'a verdiği röportajın ikinci bölümünde, Türkiye'de çözüm sürecindeki son durum, Türkiye-Mısır ilişkileri ve Ankara'nın Ortadoğu politikasıyla ilgili açıklamalar yaptı. Davutoğlu, çözüm sürecinin yol haritasıyla ilgili “Eğer sürecin muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparsa önümüzdeki birkaç ay içerisinde istenilen noktaya gelinebilir” dedi.

İşte Davutoğlu'nun geçtiğimiz hafta Al Jazeera Arapça'ya verdiği röportajın ikinci bölümü:

Selamun Aleykum. Sayın seyirciler size Ankara’dan merhaba diyorum ve sizi Türkiye’nin Başbakanı Profesör Ahmet Davutoğlu ile röportajımızın ikinci bölümünü izlemeye davet ediyorum. Bugünkü bölümümüzde bir hükümet başkanı ve stratejik planlama profesörü olan sayın Ahmet Davutoğlu’nun İran’ın nüfuzunun yayılması ve onun Batı ile ilişkilerinin güçlenmesi, Suriye krizi ve özellikle Türkiye sınırındaki durumun gölgesinde Ortadoğu’daki kaos ortamının sonuçları ve tüm bölgeye etkileri ile ilgili vizyonunu soracağız. Sayın Başbakan hoş geldiniz. Bölgedeki en büyük ülkelerden biri olan ve aynı zamanda dünyanın yedinci güçlü ordusuna sahip olan Türkiye’nin sadece başbakanı değil, bir stratejik planlama profesörü olarak sizce İran etkisinin artmasının gölgesinde Türkiye, Arap Körfez ülkeleri ve Arap yarımadasındaki hızlı ve büyük gelişmelere nasıl bakıyor?

Şimdi Türkiye’nin bizim iktidarımız döneminde belirlediği bir bölge politikası oldu. Aslında sadece Ortadoğu’ya dönük olarak değil, Balkanlara’a Kafkaslar’a ve Orta Asya’ya dönük olarak da aynı politika ilkelerini hayata geçirdik. Türkiye tek boyutlu bir ülke değil. Birçok bölgeyle aynı anda temas içinde. Bütün bu bölgelerde, özellikle de Ortadoğu’da, hep şunu savunduk. Yüksek düzeyli siyasi diyalog, ekonomik karşılık ilişkilerle karşılıklı bağımlılık ve ekonomik ilişkileri yoğunlaştırmak, kültürel çoğulculuk ve ortak bir güvenlik havzası. Bunun için bütün komşu ülkelerle ve özellikle de Ortadoğu ülkeleriyle yoğun temasa girdik ve aslında yakın zamana kadar bu konularda çok ciddi mesafeler aldık. Ancak Arap Baharı sorasında yaşanan gelişmeler maalesef bizim muhatabımız olan ülkelerin birçoğunda ciddi iç karışıklıklara sebebiyet verdi. Ben hep bölgesel politikaları bir yapıcı işbirliğine mi dayalı yoksa rekabete mi dayalı olduğuyla ilgili sınıflandırırım. Türkiye için her zaman yapıcı işbirliğine dayalı politikalar esas oldu. Dolayısıyla bizim, bir tarafta doğru dünyanın en büyük ordularından birine sahibiz ve herhangi bir şekilde Türkiye’ye bir tehdit olduğunda bunu karşılayacak güce sahibiz. Ama bizim dönemimizde ordu gücümüz kadar yumuşak gücümüz, diplomasimiz, kültürümüz ve en önemlisi de demokrasimiz ve halk rızasına dayalı yaklaşımımızla ve ekonomik kalkınmamızla bölgede bir barış gücü olmaya çalıştık. Hiçbir zaman gerekli olmadıkça ordumuzu kullanmadık ve hep kullandığımız araçlar ekonomi, siyaset, diplomasi ve yumuşak güç araçları oldu. Şimdi de bence bölgeye yeni askeri araçlarla girmek yerine bu barışçıl araçları kullanma zamanı geldi ve esas itibariyle buna yönelmek lazım. Başka ülkelerle ilgili tabii hüküm vermek istemem. Ancak askeri yöntemlerin bölgemizde yaygınlaşması bölgedeki istikrarı da huzuru da güvenliği de olumsuz yönde etkiliyor. Şimdi hep beraber bölgede kalıcı bir barışı inşa etmenin yollarını denemeliyiz.

Madem ki siz bu noktaya değindiniz şunu sormama izin verin. Güçlü ekonomiye, daha spesifik olarak dünyanın en güçlü 17. ekonomisine ve güçlü bir orduya sahip olan Türkiye hakkında yazılan birçok haber ve analiz, bölgedeki krizin amacının İran’ı bir savaşa sürüklemek ve bu savaşta IŞİD ve Bağdadi’nin kafasını kesmek değil, Türkiye’yi ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kafasını kesmek olduğunu söylüyor, buna ne dersiniz?

Böyle bir genel iddiada bulunmak doğru değil. Asıl itibariyle bakıldığında tabii Türkiye’nin bu yükselişinden, Türkiye’nin takip ettiği siyasetten rahatsız olan taraflar olabilir. Bu taraflar Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak da isteyebilirler. Ancak burada bugün Suriye’ye dönük olarak, IŞİD’e, DEAŞ’a dönük olarak, oluşan koalisyonun bu taraflarla doğrudan ilgisini kurmak doğru değil. Bu tür kanaatlere sahip olan çevrelerle. Ama Türkiye’nin bu yükselişinden bazı çevrelerin, özellikle de eskiden beri bölgenin bütünleşmesinden, Türkiye’nin oluşturduğu başarı hikâyesinin, yani halkın rızasına dayalı yönetim…

Bu taraflar kim?

Bunlar bir dönem, özellikle Davos’tan ve Mavi Marmara’dan sonra özellikle Batı’da İsrail yanlısı çevrelerde böyle bir kanaat yaygın bir şekilde yer aldı. İsrail’e yakın batılı basın yayın organları çok ciddi kampanyalar yürüttüler. Hatta bu kampanyalar Arap dünyasında bile etkili oldu belli ölçülerde. Türkiye’nin benimsediği ve ilkesel olarak savunduğu fikirler, ki bunda hiçbir zaman biz sözümüzü sakınmadık, bu tür çevrelerde bir rahatsızlıklar doğurdu. Türkiye’ye dönük mesela son dönemde Türkiye’nin DEAŞ’la işbirliği yaptığına dair iddialar, hiçbir delile dayanmayan bu iddialar, o kadar çok Batı basınında işlendi ki yanlış bir algı oluşturulmaya çalışıldı. Burada hedef açıktı.

Türkiye ve Katar, IŞİD’e destek vermekle suçlanıyor.

Evet, kesinlikle böyle bir durum yok. Herkes bilir ki DEAŞ benzeri ülkelerden en fazla rahatsız olacak ülkeler komşu bir ülkedir. Türkiye’nin DEAŞ’ten ne menfaati olabilir. Ama bunu yayarak Türkiye’nin ve Türkiye’de halkın iradesiyle iktidara gelmiş bir yönetimin uluslararası alanda meşruiyetini sarsmaya çalıştılar ve bu tür algı operasyonları hep gündeme geldi. Bu yeni bir olay değil bizim için. 2003’ten bu yana, iktidara geldiğimiz ilk andan itibaren bugüne kadar birçok kez içeride ve dışarıda bu tür hesaplar içinde olanlar, bu tür komplolar içinde olanlarla mücadele ede ede geldik. Ama burada önemli olan bizim başarı hikâyemizin temel sırrı halkın hükümetimize verdiği destek ve halkımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz büyük kalkınma, ekonomik kalkınma, uluslararası itibarımızdaki yükseliştir. O bakımdan birileri belki Türkiye’yi hedef listesine koyabilir veya bu yönde çabalar sarf edebilir. Ama kendi halkına güvenen bir yönetimi ve halkla bütünleşmiş bir yönetimi herhangi bir şekilde etkisiz kılmak mümkün değildir. Dediğim gibi bunların Suriye’de oluşan veya  Suriye’de IŞİD’e, DEAŞ’a karşı oluşan koalisyonlarla ilgisi olduğu kanaatinde değilim.

Geçen bölümde çok önemli bir konuya değindiniz; bölgede etnik ve mezhepsel ayrımcılık kavramının derinleştiğini ve bunun bölgeyi yok edebileceğini söylemiştiniz. Siz Türkiye olarak çok uluslu bir toplumsal dokuya sahip bir ülkesiniz. İki yıl önce parti kongresine katıldığımda, Türkiye’deki insan çeşitliliği beni şoka uğratmıştı. Türkiye’nin, içinde bulunan farklı ırklar ve mezheplerden dolayı, bu tarz etnik veya mezhepsel çatışmalara sürüklenme ihtimali çok güçlü değil mi sizce?

Şimdi bütün sıkıntıların kaynağı da bu. Aslına bakarsanız Ortadoğu bölgesinde o kadim kültürden gelen, çok eski kadim kültürden gelen bir özellik var. Bizim bölgemizde hiçbir şehir, hiçbir mahalle tek ırka, tek mezhebe dayanmaz. Her şehrimizde ister bu İstanbul olsun, ister Bağdat olsun, ister Kahire olsun, ister Şam olsun, ister Kudüs, çok değişik ırkların, değişik kültürlerin bir arada yaşadığı şehirlerdir. Bu yüzyılda böyle olduğu gibi geçen yüzyılda da böyleydi, bin yıl önce de böyleydi. Şimdi batıdaki kavmiyetçilik ve tek tip ulus oluşturma çabası maalesef bizim şehirlerimizi, ülkelerimizi, bizim bölgemizi böldü. Buralar Türklerin, buralar Arapların, buralar Kürtlerin diye birçok bölge, İranlıların birçok bölge aslında birbirleriyle iç içe geçmiş şehirler birbirlerinden koparıldı. Bu şehir Sünni yoğunluklu, bu şehir Şii yoğunluklu, bu şehir Arap şehri, bu şehir Türk şehri diyerek asırlarca bir arada yaşamış olan kavimler, milletler, ırklar birbirlerinden koparıldı. Bizim idealimiz tekrar bu çok kültürlü Ortadoğu bölgesini oluşturmak ve korumak. Bizim zenginliğimiz burada. Batıda hiçbir zaman Avrupa’da bu tarz kadim eski şehir gelenekleri olmadı. Bizde ise her zaman Kahire’ye baktığınızda, bugünlerde bir kitap yazıyorum Kahire bölümünü bitirmek üzereyim, bugün sabah Kahire’yi yazdım. kültürleri medeniyetle ilişkisi bağlamında ele alıyorum. Bir bölümünde İstanbul, bir bölümünde ise Kudüs’le Kahire’yi birlikte ele aldığım bir bölüm var. Şimdi Kahire’de hangi ırkı öne çıkarabilirsiniz? Kahire’de her ırkın katkısı var. Hatta Kahire’ye ilk bakan olarak gittiğimde El-Ahram’a bir makale yazmıştım. El-Ahram’daki o makalede 1517 tarihine de atıfta bulunmuştum. Böyle bir televizyon programında bana şunu sordu çok aydın bir sunucu: ‘Siz nasıl cesaretle 1517’den bahsettiniz. Hâlbuki 1517 bizim için işgal tarihidir’. Dedim, ‘Eğer 1517 sizin için işgal tarihiyse Kahire’nin tarihi kalmaz.’ Çünkü ben Kahire aşığıyım, Kahire’yi çok severim. Osmanlılar’dan önce orada Memlükler vardı, Kahireli değildi, Mısırlı değildi. Osmanlılar’dan önce Eyyübiler vardı Mısırlı değildi. Biri Kürt, biri Türk, biri Çerkez, ondan önce Fatimiler vardı Mısırlı değildi, ondan önce Tolunoğulları vardı Mısırlı değildi, ondan önce Abbasiler vardı Mısırlı değildi, ondan önce Bizans vardı Mısırlı değildi, Roma vardı Mısırlı değildi. Böyle gidersiniz geriye doğru. Bu şey için de böyledir. Bağdat için, Şam için, İstanbul için. Bizim tarihimiz çok kültürlüdür. Bir müsamaha tarihidir. Şimdi bizim bu kültürü tekrar inşa etmemiz lazım. Hâlbuki dediğiniz gibi şehirleri bu şehir Sünni şehridir, bu şehir Şii şehridir, Basra Şii’dir, Musul Sünni’dir dediğinizde Basra’nın da Musul’un da ruhuna ihanet etmiş olursunuz.

Bu artık vaki oldu...

Evet maalesef. Aslında buna karşı hepimizin isyan etmesi lazım. Hiçbir şehri tek bir ırka münhasır kılmamak lazım. İstanbul, bakınız şimdi, aslında tarih doğal bir biçimde aksa bu değişir. Türkiye’ye 2002 yılında bir milyon Arap turist geliyordu. Şimdi 4 buçuk milyon geliyor. Neden çünkü Araplar Türkiye’nin açılmasıyla birlikte…

Sadece Arap mı?

Arap, sadece Arap 4 buçuk milyon turist geliyor Türkiye’ye ve Araplar geldikçe görüyorlar İstanbul onların şehri.

Bir Arap kenti oldu.

Kahire de Türklerin şehri.

Araplar Türkiye’yi işgal edecek. (gülüyor)

Tabii. Bu güzel bir işgal. Buyursunlar bütün Araplar bütün şehirlerimize gelebilirler. Biz İstanbul’u hepimizin şehri olarak görüyoruz. Nasıl Şam, Kudüs, Bağdat, Kahire hepimizin şehriyse. Bakın İstanbul’un kapalı en büyük pazarlarından birinin adı Mısır Pazarı’dır, Mısır Çarşısı’dır. Asya tarafındaki en büyük caddenin adı Bağdat Caddesi’dir ve Bağdat’a kadar gittiği düşünülür. En büyük saraylardan birinin adı Hidiv Kasrı’dır. Çünkü bu bizim tarihimiz. Ben Velid Canbolat’la…

Bunlar çok güzel şeyler, fakat bunların hepsi tarih. Ben bugünden bahsediyorum. Mezhep ve ırk ayrımcılığı Arap ülkelerini yönetir hale geldi.

İşte burada vizyon farkı var. Çok haklısınız. Büyük bir tehlike. Bakın 5 sene önce biz Suriye ile vizeleri kaldırdığımızda, hâlâ hatırladıkça üzülürüm, çok büyük bir hüzün dolar içime, Velid Muallim’le imzaladık. Geldik sınırda sınır taşını kaldırdık. Sınır kapısını açtık. Benim düşüncem şuydu: Bütün Suriyeliler kimlik bile göstermeden Türkiye’ye girebilsin. Bütün Türkler de kimlik bile göstermeden Şam’a gidebilsin. Ve bu kurulmuştu. Ta ki Beşşar Esed kendi halkına zulmedene kadar. Bu sefer maalesef aynı kapıdan mülteciler bize geldi. Bir tek mülteciye bile kapıda sen Arap mısın, Kürt müsün, Türkmen misin, Sünni misin, Şii misin, Hristiyan mısın diye sormadık. Kim geldiyse eyvallah dedik. Çünkü bizim içi o sınır iki devletin sınırıdır ama Antep’le Halep tarih olarak kardeştir. Hatay’la Lazkiye tarih olarak kardeştir. Kobani, Aynul Arap ile Suruç kardeştir. Biz bu sınırlara saygı gösterelim, hep bunu ben anlattım Arap dünyasında, her yerde, bu sınırlara saygı gösterelim ama aynen Avrupa’da olduğu gibi, nasıl bir Alman Berlin’den Paris’e hiç pasaport göstermeden gidiyor, Türkler ve Araplar da gitsinler gelsinler. Bakın biz bunu Gürcistan’la yapıyoruz. Gürcistan’dan Türkiye’ye girenler pasaport kullanmıyorlar Karadeniz’de. Batum’dan Trabzon’a geliyor, Trabzon’dan Batum’a giderken kimlikle geçiyorlar. Biz bunu Ortadoğu’da yapabilirdik. Ama şimdi maalesef bizim siyasi olarak yapamadığımız bu olayı terör grupları, milisler böyle geçer hale geldiler. Şimdi vizyoner liderler lazım. Hep beraber gelelim bu bölgeye yeni bir şekil verelim. Ama sadece şu mezhepten diye kimse bir zalimi desteklemesin. Sadece benim ırkımdan diye kimse bir zalime sahip çıkmasın. Benim ırkımdan değil diye mazlumu sahipsiz bırakmayalım. Benim mezhebimden değil diye mazlumu merhametsiz şefkatsiz bırakmayalım. Burada ilkeleri tekrar ortaya çıkarmak gerekiyor. Bizim tarihimiz, ortak tarihimiz ne kadar zengin ve güzelse, cemilse sizin dediğiniz gibi, geleceği de yine biz kendimiz kuracağız. Başkası bize bir gelecek kuracak değil. Biz kardeşiz. Tartışsak, kavga etsek bile nihai kertede omuz omuza vermek zorundayız.

Bana izin verirseniz sizden bir konu hakkında açıklama istiyorum. Bir kıyaslama yapacak olursak, Türkiye’de bir buçuk milyonu aşan Suriyeli sığınmacı sayısı, İran’daki Sünni Afgan sığınmacıların sayısına çok yakın. İran’daki Afgan mülteciler, hırsızlıkla ve her türlü suçla itham ediliyor ve çalışmaktan eğitim almaktan ve her türlü haktan men ediliyor. Siz Türkiye olarak yaklaşık 1.5 ile 2 milyon arasında Suriyeliye ev sahipliği yapıyorsunuz. Ben şaşırıyorum açıkçası, siz ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Suriyelilere kapınızı açtınız. 4 milyar dolar harcadığınız Suriyeli sığınmacılar, vatandaşlarınızın iş fırsatlarını azaltmak, devlete maddi, siyasi ve güvenlik yükü oluşturmakla suçlanıyor. Bu durum bütün dünyada öyle, sığınmacılar kendilerini ağırlayan ülkelere bir yük oluşturuyor. Suriyeli sığınmacılar Türkiye için bir yük oluşturmuyor mu?

Şimdi bir kere şunu görmemiz lazım. Türkiye içinde bile 2 milyon insan bir bölgeden diğer bölgeye gitse birçok problem çıkar. Aynı ülke içinde veya başka bir ülkede de. Ama gönlünüz genişse ve o insanları kardeşiniz olarak görüyorsanız bunu bir yük gibi telakki etmezsiniz. Ama Türkiye’de Suriyeli mülteciler dolayısıyla birçok tabii ekonomik, sosyal sorunlarla karşı karşıyayız. Ama bizim hükümetimiz hiçbir zaman Suriyeli kardeşimizi bir yük gibi görmedi. Allah’ın bize bir emaneti olarak gördük. Bir ensar olarak onlara yaklaştık. Onlar muhacirindir biz ensarız. Dolayısıyla 4 buçuk milyar doları aştı bizim yaptığımız harcamalar, ekmeğimizi paylaştık, aşımızı paylaştık. Biz büyük petrol zengini değiliz, büyük doğal kaynaklarımız yok. Halkımızdan aldığımız vergilerle Suriyeli kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Ama halkımızdan şimdiye kadar da hiç kimse yanlış yapıyorsunuz demedi. Bazı itiraz edenler çıktı. Ama ciddi sosyal sorunlara da sebebiyet verdi. Mesela Kilis şehrinde şu anda Suriyelilerin sayısı Kilis’in gerçekte orada oturanlardan daha fazla. Gaziantep’te yarısına yaklaşıyor. Oradaki sosyal doku da tabii bundan etkileniyor. Sadece kamplarda okula giden Suriyeli sayısı 70 bin, Suriyeli öğrenci sayısı. Dışarıda giden 450 bin. Şimdi düşünün her biri okula gidiyor. Biz kamplarda hiç kimseyi okulsuz bırakmadık. Sebep, eğer bu iş uzarsa Suriye’de bir neslin kaybolmasını istemiyoruz. Ne yaptık, kamplardaki Suriyeli öğretmenleri maaşla okullara hoca yaptık. Onlar kendi öğrencilerine ders verdi, biz onlara maaş ödedik. Suriyeli kamplarında hiçbir Suriyeli, kendi onuru zedelenmesin diye, Biz Suriyelilere ilk anlarda yemek veriyorduk şimdi yemek vermiyoruz, ellerine her ay kişi başına bir çek veriyoruz. Gidip pazardan kendisi malzemesini alıyor, yemeğini kendisi yapıyor. Ve o çeki aldığında onun izzeti korunuyor. Bir dilenci gibi muamele etmiyoruz. O parayı alıyor kendi aile hayatını sürdürecek şekilde devam ediyor. Evleniyorlar. 10 binlerce Suriyeli bebek doğdu Türkiye’de. Hatta Cenevre-2 Konferansı’nda Velid Muallim bana, yani orada komşu ülkelerde teröristler var dediğinde kendisine söyledim. ‘Doğru Türkiye’de 27 bin, o zaman öyleydi, 27 bin bebek terörist doğdu’ dedim. Bunlar kaçan, sığınan insanlar. Biz elimizden geldiği kadar kardeşlerimize yardımcı olmaya çalışıyoruz. Bakınız üç günde 138 bin kişi girdi Aynul Arap’dan. Bir haftada 200 bin kişi. Kimisi akrabalarının yanına gitti, kimisini biz kampa aldık. Akrabalarının yanına gidenlere maddi katkıda bulunduk. 36 bin, sadece bu Sünnilere ya da Müslümanlara değil. 36 bin Yezidi geldi Türkiye’ye. Onlara da bakıyoruz Irak’ta. Bunu niye,  çünkü biz şöyle düşünüyoruz….

Sayın başbakan, Ya Irak’taki Sünniler. Irak’ta şu an yaklaşık 2 Milyon Sünni Iraklı mülteci var. Birkaç bin Ezidi için bütün dünya harekete geçerken bu Sünni sığınmacılar insan yerine sayılmıyor ve onlara neredeyse bakan yok.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bir açıklama yaptığında, Yezidiler ve Hristiyanlar diye sadece açıklama yaptı. O zaman aradım daimi üye dışişleri bakanlarından birini. Çok yanlış yapıyorsunuz dedim. Yezidiler ve Hristiyanlara sahip çıkmak bizim görevimiz. Ama Müslümanları dışladığınız anda Birleşmiş Milletler’in Müslümanların dertleriyle dertlenmediği, Müslümanların ölümlerinin kıymetli görülmediği gibi bir kanaat hâsıl oluyor dedim. Maalesef uluslararası toplumun hassasiyetleri belli dönemlerde ve belli kesimlere yönelik daha fazla oluyor. Bizim için ise Yezidi, Hristiyan, Şii, Sünni hiçbir ayrım olmaz. Biz kapıya gelen misafire Tanrı misafiri deriz bizim geleneğimizde. Benim şahsi evimde, bu aileden öğrenilen bir şey, köyde biz Toroslarda çok yüksek dağlarda metruk bir köyde doğdum ben. Evimiz kadar büyük bir oda vardı evimizin yanında. O odanın kapısı daima açık olurdu. Dağda kalan geldiğinde, 300-400 senelik vakıftır, biz onun aşını, yiyeceğini ve biz onun bir sonraki durağa kadar bütün masrafını karşılamakla yükümlüyüz. Ve kayıt vardır, Davutoğlu ailesinden erkek olan birisi bunu yapmazsa hakkımız helal değildir diye dedemizden bize nasihat vardı. Şimdi ben Türkiye Başbakanı oldum. Türkiye Cumhuriyeti devletinin evinin sorumluluğu bende. Kapıma gelen misafire kapımı nasıl kapatırım? Ben lüks içinde veya rahat içinde yaşarken can havliyle bize gelenlere nasıl sırtımı dönerim? Nasıl onlara Kürt müsün, Türk müsün, Arap mısın diye sorarım? Kim gelirse 4 buçuk milyar değil daha da fazla olsa masrafımız üzerimize yük, elimizden geleni yapacağız. Ama bütün dünyanın da bunu görmesi lazım. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Gutteres Türkiye’deki kamplara geldiğinde mükemmel dedi, yalnız bir kötü…….

Siz Türkiye’deki üniversitelere  giriş sınavı yapıyorsunuz ve bu sınava katılan vatandaşlarınızdan sadece yüzde 40’ı üniversitelere yerleştiriliyor, ona rağmen hükümet, Türkiye’deki tüm Suriyeli öğrencilerin üniversitelerde sınavsız kabul edilmesi için talimat verdi.

Doğru bu konuda sorular geliyor. Yani Türkiye’de üniversiteye girmek çok zordur. Ama Suriyeliler başvurursa giriyorlar. Girer, imtihan yapmayız. Türklere imtihan yapıyoruz, Suriyelilere yapmıyoruz. Hatta bugün iş adamlarıyla görüştüm, şimdi Suriyelilere çalışma izni vereceğiz geçici olarak. Çünkü kendi helal rızıklarını kazanmalarını istiyoruz. Ve belli bir düzenli hayatları olmasını istiyoruz. İnşallah Suriye’ye barış geldiğinde geri evlerine dönerler. Sonra da Türkiye’ye dua ederler diye ümit ediyoruz. Ama bugün iş adamlarından biri öyle söyledi. Türkiye’de bu kadar işsiz varken, Türkiye’de işsizlik yüzde 9-10, bu yükü, bunu nasıl yapacaksınız diye sordu bugün işadamları bir toplantıda. Ama biz şuna inanıyoruz: Mazluma uzanan el Allah tarafından bereketlendirilir. Belki de Türkiye’nin ekonomik kalkınmasında mazlumlara uzattığımız elin hissesi vardır. Biz her şeye maddiyat içinde bakmayan bir kültürden geliyoruz. İnşallah bu yaptığımız harcamalar bizim kendi vergilerle elde ettiğimiz hazinemizi bereketlendirecek. Eğer onlara kapımızı kapatırsak Allah’ın yardımından da bereketinden de nasibimizi keseriz diye düşünüyoruz. Onun için muhacir Medine’ye geldiğinde ensarın malı eksilmedi. O sabırla o ensar daha sonra aralarından çok büyük zenginler çıktı. Ama önemli olan muhacire kapısını açabilmek.

Bu kadar insancıl ilkeler aklıma bir soru getiriyor doğrusu. Mısır’da darbe rejimi, geçen yıl 2-5 bin üniversite öğrencisini nihai bir kararla okullarından uzaklaştırdı. Tıp, mühendislik ve diğer fakültelerden uzaklaştırılan bu öğrenciler Mısır’ın hiçbir üniversitesine kabul edilmedi. Türkiye’nin, Suriyeli öğrencileri kabul ettiği gibi, Mısır’daki darbeci rejiminin eğitimden mahrum bıraktığı bu öğrencileri de kabul etme niyeti var mı?

Şimdi tabii Mısır’daki gelişmeleri hepimiz üzüntüyle takip ediyoruz. Eğer Mısır’dan da bu şekilde öğrenciler gelip başvursalar eğe yapamıyorlarsa, eğitim imkânları orada mümkün değilse yardımcı olmaya çalışırız. Bizim yabancı öğrenciler için programımız var. O programlara başvurmaları halinde ırkına, milletine bakmayız.

Onların bir karara ihtiyaçları var. Böyle bir karar alınırsa, o başarılı tıp ve mühendislik öğrencileri kaybettikleri geleceğe yeniden kavuşabilir.

Tabii hepsinde olabilir. Sadece Gaziantep’teki üniversitede 1000’i aşkın Suriyeli talebe var. Hiçbir ücret ödemeden okurlar ve sınavsız girmişlerdir. Ama dediğim gibi Suriye’de onların okuma şansı hiç kalmadığı için Türkiye’de bu imkânları sunduk. Mısırlıların durumunu doğrusu tam bilemiyorum.

Mısırlı öğrenciler de gündeminizde olsun lütfen.

Mısırlılar da olsa hangi milletten olursa olsun bize gelene kapılarımız da, üniversitelerimiz de açıktır.

Irk ve mezhep ayrımcılığıyla dolup taşan bugünkü sahnenin karşısında geçtiğimiz Mayıs ayında New York Times Gazetesi, ki bilirsiniz bu gazete Amerikan karar sahiplerine yakın bir gazete, ön sayfasında Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye ve Libya’nın daha küçük devletlere bölündüğünü gösteren bir harita yayımladı. Yaşadığımız bu hızlı gelişmelerin gölgesinde sizce bölgenin yeniden şekillendirilmesi ile mi karşı karşıyayız? Sizce New York Times haberindeki harita, Amerikan yetkililerin Ortadoğu ve özellikle, Suudi Arabistan, Yemen, Irak, Suriye, Libya ve hatta belki Türkiye için çizdiği plandan bir sızıntı mıydı?

New York'ta oturup böyle bir harita çizmek kolay. Bölgede böylesi haritaların yol açtığı veya yol açabileceği acıların bedelini ise bölge halkları öder. Bana sorarsanız, 100 sene önce bölgemiz fazlasıyla bölündü. Ve gayritabii sınırlarla bölündü. Birbiriyle, bir arada yaşayan halklar,  işte bugün Türkiye sınırında olduğu gibi en yakın akrabalar, amca çocukları birbirinden koparıldı.  Irak-Suriye sınırında ya da diğer sınırlarda olduğu gibi. Bu bölünmelerin üstüne yeni bölünmeler ortaya çıkarsa, yani Suriye ikiye üçe bölünürse; bu bölünmelerde aileler parçalanacak, şehirler parçalanacak. Irak da aynı şekilde diğer yerler de aynı şekilde. Onun için biz kesinlikle bölge haritasının bu anlamda değişmesine karşıyız. Bir yolla bölge haritası aynı kalmak suretiyle mahiyeti değişebilir; o da Avrupa Birliği'nde olduğu gibi. Yani herkes kendi ülkesinde yaşar, herkes kendi ülkesinin sınırlarını bilir. Ama biz öyle iyi ilişkiler geliştiririz ki ölçek büyüterek bölge bütüncül bir yapıya dönüşür. Yani pasaportların da kalktığı şekilde ülkeler birbirine seyahat ederler Avrupa Birliği'nde olduğu gibi. Yani haritanın bütünleştirici bir harita olmasına evet, parçalayıcı, bölücü aileleri ve en yakın akrabaları birbirinden koparan acı dolu parçalanmış haritaya kesinlikle 'hayır' dememiz lazım. Bu büyük bir tuzaktır. Bu tuzak, şu ana kadarki acılardan çok daha büyük acılar yaşanmasına sebebiyet verebilir. Onun için New York'ta veya herhangi bir yerde üretilecek haritalar bizim kaderimiz olamaz. Bu bölgenin kaderi bu bölge halklarının elinde olmalıdır.

Sayın Başbakan durum ciddi. Bu durumda böyle bir harita empoze edilebilir. Hatta şu an İran’ın büyüyen etkisinin Yemen’i bölünmenin eşiğine getirdiğini görüyoruz. Mutlaka görmüşsünüzdür, New York Times yine Irak’ın da 3 bölgeye bölünmüş haritasını yayımlamıştı. Bu artık bir gerçek oldu.

Irak'ta açık söylemek gerekirse biz Türkiye olarak biz her zaman federalizme bile karşı çıkmıştık.  Irak'ın birliğini hep savunduk. Ancak son gelişmeler baktığımızda Irak'ın birliğini korumak için Irak'ın gelir ve gücün paylaşıldığı bir yapıda yeniden şekillenmesine ihtiyaç var. Bu ihtiyaç Irak'ın bölünmesi anlamına gelmemeli. Aksine herkes birbirine saygı duyarak belki daha fazla adem-i merkeziyet, daha fazla şehirlere, vilayetlere yetki vererek Irak'ı da bir arada tutmanın yollarına bakmak lazım. Başkaları Irak'ın bölünmesini isteyebilir. Biz komşu olarak, Türkiye olarak Irak veya Suriye'nin bölünmesini istemiyoruz. Ancak herkesin Irak'ın kaynaklarından istifade etmesini istiyoruz. Irak'ta, Suriye'de veya herhangi bir ülkede eğer toplumun yüzde 12'si Suriye’de olduğu gibi toplumun yüzde 80-90'ını kontrol ederse bu ülkenin birliğini koruması mümkün değil. Veya ekonomik kaynakların çoğunu kontrol ederse. Olması gereken herkesin katıldığı bir siyasal sistemin kurulması. Biz bunu daha önce Irak ve Suriye yönetimine anlatmaya çalıştık. Ama maalesef olmadı. Ümit ederiz, Sayın İbadi, Irak Başbakanı bu yeni dönemde bu birliği ve beraberliği sağlayabilir. Suriye'de ise rejimin bu politikası ile Suriye halkının ve Suriye'nin bütünlüğünün sağlanması çok zor. Suriye halkının kendi içinde bu bölünme ve parçalanma ihtimaline karşı...  (?)

Bizi daha fazla aydınlatın lütfen Irak konusunda. Bu Irak ile ilgili söylediğiniz çok ciddi bir açıklama. Söylediklerinizden, Irak’ın bilfiil bölündüğünü ve artık bölünmüş Irak’ın kaynaklarının vatandaşlar arasında adil bir şekilde bölüştürülmesi gerektiğini anlıyorum. Bunu mu demek istediniz gerçekten?

Irak'ın toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması lazım. Bu bizim temel ilkemiz.

Artık birlik kalmadı. Artık Irak da kalmadı.

Ama şu ana baktığımızda maalesef. Şu anda oradaki tabloya baktığımızda belli kesimler siyasetten dışlandı.

Tam olarak Sünniler dışlanıyor…

Belli kesimler Irak'ın mali kaynaklarından. Yani baktığımızda neden Musul bu hale geldi? Musul çok büyük bir şehirdi ve çok büyük kaynakları vardı, ama Musul'a bütçeden ayrılan pay, normalde ayrılması gerekenin çok gerisinde kaldı. Musul halkı kendini Irak'ın siyasal sisteminin bir parçası olarak addedemedi. Erbil, belli bir federal yapı içinde hız bir gelişme kaydetti. Türkiye de destekledi. Biz Musul'u da aynı şekilde desteklemek isterdik. Ama Musul'da, Anbar'da, Tikrit'te Selahaddin'de, bütün bu Sünni bölgelerde Şii ve Kürtlerin sahip olduğu güce ve kaynaklara sahip olmamak Sünni kesimi siyasetin dışına itti. Keşke bu olmamış olsaydı.

Türkiye Kürtlere destek oldu Şiilerle de iyi ilişkiler sürdürdü. Ya Sünniler. Niye Irak’ın Sünnilerini terk ettiniz?

Biz hiç bir zaman Sünnileri terk etmedik. Iraklı Sünniler bunu çok iyi bilirler. Ben en tehlikeli zamanda Musul'a gittim, 2009'da bombalar patlarken. Kürtlere yardım edebilmemizin sebebi Kürtlerin kendi bölgelerinde yönetimi idame edebiliyor, kontrol edebiliyor olması. Eğer Musul Valisi de Sayın Barzani gibi kararlar alıp uygulama gücüne sahip olsaydı aynı yardımı orda da yapardık. Şii bölgelerinde de Necef Valisi yakın dostumuzdur.  Oraya Türk şirketler gittiler, ellerinden geldiği kadar Irak ekonomisine katkıda bulundular. Biz bu anlamda Irak'ta hiç bir kesimi dışlamadık. Ama maalesef Amerikan işgali sonrasında Saddam Sünni olduğu için ve sistemde Sünniler sorumlu görüldüğü için Irak'ın bu yeni döneminde Sünniler sistemin dışına itildiler. Biz bunu defalarca kez söyledik. Hâlbuki Irak'ın birliğinin ana omurgalarından birisi Sünni Araplardır.  Çünkü Arap olduğu için Şii Araplarla bir ortaklığı var, Sünni olduğu için de Iraklı Kürtlerle bir ortaklığı var. Türkmenler de Sünni ve Şii unsurlar barındırdığı için bu çimentonun bir parçası.  Eğer Sünni Araplar sistemin içerisinde tutulabilselerdi bir tutkal bir Irak'ı bir arada da tutabilirdi. Ama maalesef Maliki döneminde bütün Sünni siyasilerin sistem dışına itilmeleri Irak’ta bu parçalı siyaseti ortaya çıkardı.

İbadi’nin sistemi Maliki’nin uzantısı değil mi?

Ümit ederiz ki Sayın Abadi iki kez telefonda görüştük. Geçen hafta da tekrar görüştük. Ümit ederiz ki Sayın Abadi bütün bu yaşananları (....)

İbadi ile, ABD Başkan Yardımcısı Biden’in Türkiye ve Arap Körfez ülkelerinden özür dilemesini garipsediği yönündeki açıklamasını görüştünüz sanırım doğru mu?

Doğrusu o açıklamayı görmedim ama hata yapan Türkiye'den özür diler. Bunu da herkes bilmeli. Biden Türkiye'den özür dilemeliydi. Çünkü Türkiye'ye haksız bir ithamda bulundu ve özür de diledi. Bir telefon görüşmesi ve üç kere özür diledi. İsrail de Türkiye'den özür diledi. Çünkü bize haksızlık yapandan özür talep etmek bizim hakkımızdır. Ve hiçbir şekilde izzetimizi ve onurumuzu çiğnetmeyiz. Sayın Abadi'nin böyle bir şey demiş olması ihtimali olduğunu düşünmüyorum. Telefonda da görüştük. Ama böyle bir açıklaması varsa son derece yanlış bir açıklamadır. Biz Irak halkının dostuyuz. Irak halkının izzeti bizim izzetimizdir. Türkiye'nin izzeti de Irak halkının izzeti olması gerekir. Türkiye'yi herhangi bir şekilde itham eden bir şekilde kim olursa olsun özür dilediğinde bundan Irak Başbakanı'nın memnun olması gerekir. İsrail özür dileğinde eminim bütün İslam dünyası da memnun olmuştur. Türkiye, kimseye yalan söylemez. Türkiye,  kimseye çifte standart uygulamaz. İlkeli bir politika takip eder. Bu ilkeli politikası sebebiyle de yanlış bir politika gördüğünde özür talep eder. Sayın Biden'ın özür dilemesi de bu anlamda kendisi açısından doğru bir adım olmuştur. Aksi takdirde tabii Türkiye'nin bu konudaki tutumu çok açık olurdu, olmuştur.

Türkiye’nin içinde birçok önemli konuda mücadele veriyorsunuz, ancak bunun belki en önemlisi çözüm süreci olsa gerek. PKK Başkanı Öcalan’dan gelen bir mesajda çözüm sürecinde günler içinde adım atılmadığı takdirde bitirileceği yönünde duyumlar çıktı. Çözüm süreci müzakerelerini ne zaman yeniden başlatacaksınız?

Bakınız, bölgede birçok ülke, birçok komşu ve dost ülke kendi içerisinde etnik ve mezhebi parçalanma yaşarken Türkiye çözüm süreci üzerinden kendi içindeki 30 yıllık bir meseleyi çözme iradesi gösterdi.  Ve çözüm süreci şunu söyleyeyim şu anda Ortadoğu'nun en önemli ve tek başarı hikâyesidir. Çünkü teröre doğru da yönelen bir etnik problem bu çözüm süreci suretiyle aşılmaya çalışılıyor. Bu konuda güçlü bir irade sergiledik hükümet olarak ve bu güçlü iradeyi devam ettiriyoruz. Ama bu çözüm süreci konusunda hiç kimse herhangi bir tahkik, sınır ya da müddet koyamaz. Hükümet olarak biz tüm taahhütlerimizi yerine getiriyoruz. Bu çerçevede de çözüm sürecinin en önemli meselemiz olduğunu Başbakan olarak hükümeti kurar kurmaz yaptığım ilk açıklamada da Sayın Cumhurbaşkanımız da cumhurbaşkanlığı açıklamalarında çözüm sürecin en temel meselemizdir dedik. Çünkü Türkiye’deki Kürt kökenli vatandaşlarımızın haklarını zayi olmasına, kendi dillerini kullanmalarına, kendi örflerini...

Kürtlerle uzlaşı süreci tehlike altında mı?

Hayır, öyle bir başarısızlık söz konusu değil. Tabii bu çözüm sürecinden rahatsız olan gruplar var. Son olarak Kobani'de yani Aynul Arab'daki gelişmeleri bahane ederek Türkiye'de kargaşa çıkarmak isteyen gruplar oldu. Biz Meclis'e tezkere gönderdiğimiz gün çözüm süreci mekanizmasını da ilan ettik benim imzamla. Yani bunla şunu ilan ettik.

Ne zaman olacak?

Bunu belli bir takvim içinde en kısa zamanda nihai noktaya getirmek istiyoruz. Önemli olan Türkiye'de etnik bir çatışma yaşanmaması ve çözüm süreci takviminin doğru bir şekilde işlemesi. Şimdi de bizim belirlediğimi bir yol haritası var.

Yol haritasını ne zaman açıklıyorsunuz?

Bu eğer bütün taraflar bu konuda özellikle de çözüm sürecinin muhatabı olan kesimler üzerine düşeni yaparlarsa en kısa zamanda, önümüzdeki bi kaç ay içerisinde istenilen mesafeye, noktaya gelinebilir.  Bizim tutumumuz açık ve nettir. Bu konuda atılacak adımları attık, atmaya da kararlıyız. Ama tabii bu tür süreçler tek taraflı yürüyen süreçler değildir. Diğer taraftan da aynı adımları aynı kararlılıkla görmek bizim açımızdan sürecin sağlığı bakımından elzemdir, gereklidir. Burada özellikle Türkiye'de kamu düzeninin ve Türkiye’deki istikrarın korunması bakımından herkesin mutabık kalması ve adım adım bu sürecin işletilmesi lazım. Eğer Suriye ve Irak'taki gelişmeler yaşanmasaydı daha kısa sürede bunu bitirebileceğimiz kanaatindeydik. Ancak Suriye ve Irak'taki gelişmeler, özellikle son dönemde yaşanan gelişmeler tabii ki Türkiye içinde atılacak adımlar konusunda bazı sıkıntılar ortaya çıkardı. Ama nihai kertede bunu en kısa sürede bunu tamamlama konusunda kararlıyız.

Cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi başkanını ağır bir şekilde eleştiriyor. Ülkedeki karışıklıktan sorumlu tutuyor, vatan hainliğine kadar gidebilecek ithamlar yöneltiyor. Durum bu kadar vahimse, eleştirmek yerine neden ülkenin iç güvenliğini tehlikeye atanları yargı önüne çıkarmıyorsunuz?

Türkiye bir hukuk devleti. Türkiye'de yargılama ve bir suçu takip etme belli kurallara bağlı. Türkiye'de son Kurban Bayramı'nın üçüncü, dördüncü gününden başlayan gösterilerde, şu ana kadar 35 vatandaşımız vefat etti. İkisi de polis bunların. 531 sivil araç, 631 resmi araç 1211 bina tahrip edildi. Bunların 214 tanesi okul. Burada bir vandalizm var. Benzer olaylar Londra'da, Paris'te 2005 yılında Londra'da gözüken ve yaşanan türde olaylar bunlar. Tabii bu vandalizm ve terörü yapanlar hesaba çekilecekler.  O günden bu güne kadar 1200 kişiye yakın kişi gözaltına alındı ve yaklaşık 150'si de tutuklandı. Kim bunları organize ediyorsa, kim bu tür kanunsuz eylemlere girerse hukuk devletinin gereği olarak önce gözaltına alınırlar, sonra tutuklanırlar; eğer mahkeme tutuklarsa. Şu anda yaklaşık 150 kişiyi mahkeme tutukladı. Ama Türkiye hukuk kuralları içinde bu olaylara yaklaşır, delil olduğu zaman gerekli cezalandırmalara gider. Yani yargılama süreci zaten başladı. Bu konuda kesinlikle taviz vermeyiz, ancak hiç kimseyi de işlemediği bir suçtan ötürü cezalandırmayız.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, New York’ta düzenlenen BM Genel Kurulu kürsüsünden Mısır darbe rejimini ağır bir şekilde eleştirdi,  Türkiye’nin şu an Mısır’la ilişkisi ne durumda?

Her şeyden önce şunu söylemek isterim. Ben Mısır'da doktora tezini yaşarken 1988'de Kahire'de yaşamış biri olarak demin de söylediğim gibi Kahire'ye aşığım, mümkün olsa hayatımın bir kısmını Kahire'de geçirirdim. Mısır'ı da insanlık tarihinin en büyük medeniyet merkezlerinden biri olarak görürüm. Kahire sokaklarının her birini de tek tek bilirim.

Ben de Kahire’ye aşığım, ancak şu an ondan mahrum bırakıldım.

Geçmiş olsun inşallah siz de aşık olarak maşukunuza kavuşursunuz. Hakkınızda verilen hükmün ne kadar yanlış olduğunu biliyorum ve bu sebeple de geçmiş olsun diyorum.
Bu sadece benim hakkımda verilen ilk hapis cezası, daha sonuçlanmayan 150 dava var.
Bu dahi Sayın Erdoğan'ın Mısır'a eleştirilerinin haklılığını gösteriyor. Bir kere şunu ifade etmek istiyorum. Bizim Mısır'daki darbeye karşı olan tutumumuz kesinlikle Mısır halkına değildir. Ülke olarak Mısır'a değildir. Mısır'daki hiçbir kesime değil. Hatta bugün Mısır'da görev alan bürokrasiye veya görevlilere de değildir. Biz ilkesel olarak Türkiye'de de darbeye karşıydık. Bize karşı da darbe teşebbüsleri oldu. Türkiye'de darbe sebebiyle 1960 yılında Başbakan idam edildi. Bir başbakan, iki bakan idam edildi. 1980'de biz darbe yaşadığımızda ben üniversite öğretim üyesiydim. Hepimiz büyük tehlikelerden geçtik. Biz darbelerin ne getirdiğini bilen bir nesiliz. Cumhurbaşkanımız hapis yattı, yine böyle bir olağanüstü darbe döneminde. Hepimiz büyük çileler çektik. Onun için biz Türkiye'de seçilmiş bir yönetimin her ne surette olursa olsun, bir askeri lider veya komutan tarafından görevden alınmasına tolerans gösteremeyiz. Bu bizim için ilkesel bir konu. Mısır açısından bakıldığında bu Mısır’ın içişleri olarak görülebilir. Ama Türkiye açısından…

Yani Mısır rejimine karşı takındığını tavır, Müslüman Kardeşler’i desteklediğiniz için değil darbe prensibine karşı olduğunuzdan dolayı mı?

Evet.

Mısır’ı yöneten taraf kim olursa olsun, Müslüman Kardeşler veya başkaları olsaydı da fark etmeyecek miydi?

Kesinlikle. Bakınız. Bununla ilgili çarpıcı bir hatıramı nakledeyim.

Halk arasında Türkiye demokrasi değil de Müslüman Kardeşler yanlısı diye bir algı var.

Dostum olduğu için bakınız, çok sevdiğimiz Arap dostlarımız bizi ziyarete geldiler geçen sene Mısır darbesinden sonra. Mısır'daki yönetimi yani darbeyi bir şekilde meşru görmek veya ilişki için bu sözü söylediler: “İhvan-ı Müslimin'i desteklemeniz halinde Araplar arasında Türkiye itibar kaybeder. Niye İhvan'ı destekliyorsunuz?” Onlara şunu söyledim Gelenler arasında liderler de olduğu için. Biri benim çok yakın dostumdu: İyad Allavi. Dedim ki: "Sayın Allavi, Irak'ta 2009 yılında seçimi kazandığınızda biz sizin yanınızda durduk. O yüzden Maliki ile ilişkilerimiz bozuldu. Siz İhvan mıydınız? Değildiniz. Şii bir Müslüman olarak saygı duyduğumuz bir devlet adamıydınız. Seçimi kazanmıştınız, sizin yanınızda durduk.  Sayın Fuad Sinyora ile de birlikteydik orada. Lübnan'da en zor zamanlarda Türkiye Sinyora'nın yanında durdu. Sinyora İhvan mıydı? Değildi, ama seçim kazanmıştı.  Ve Lübnan'da en zor zamanlarda Sayın Sinyora'nın arkasında durduğumuzu herkes bilir. Bizzat ben o zaman başdanışman olarak çok mesaj götürdüm. Eğer Mısır'da seçimi Mursi değil de, ki Sayın Mursi'yi biz seçildikten sonra tanıdık, ama diğer adayları, cumhurbaşkanlığı adaylarını daha önceden beri tanıyorduk. Eğer onlardan biri kazansaydı ve o yönetimden alınsaydı ona da karşı çıkardık. Bir İhvan darbe yapmış olsaydı ona da karşı çıkardık. Bizimkisi ilkesel ve Mısır'daki bütün özgürlükçü aydınların, ister Müslüman Kardeşler mensubu olsun, ister Müslüman Kardeşler dışında herhangi bir sol, milliyetçi, liberal kesimden gelmiş olsun, hepsinin Mısır'da özgürlüğü savunmalarını bekleriz. Ha, Mursi yönetimi ile yakın dosttuk. Emin olun başka biri Mısır cumhurbaşkanı olsa onunla da aynı ölçüde dost olurduk. Ama Sayın Mursi'nin haklarını savunmak, seçilmiş bir liderin hukukunu savunmaktır bizim için. Mısır için doğru olan neyse onun olmasını isteriz. Şunu da kabul ederiz. Bakınız, hepimizin açık ve dostça bunu konuşmamız lazım. Ben 2011 yılında Tahrir Devrimi sonrasında Mısır'a gittiğimde bütün o gençlerin gözlerinde büyük bir heyecan vardı, onur vardı, izzet vardı. Amerika'da ya da değişik yerlerde Mısırlıları gördüğümde kendilerine bir güven vardı. Aynı heyecanı şu an Mısır'da görebiliyor muyuz? Nereye gitti o heyecan. Mısır'ın en büyük gücü insanıdır. Biz bu açıdan Mısır'a benzeriz. Mısır'ın da Türkiye'nin büyük doğal kaynakları yok. Coğrafyası var ve insanı var. Mısır halkı kendi insanını kaybetmemeli. Onlarca yıldır ta 1930'lardan beri Mısır toplumunun bir parçası olmuş olan Müslüman Kardeşleri külliyen terörist ilan ederseniz, o insanları sistemin dışına iterseniz o insan kaynağını değerlendirebilir misiniz? Türkiye'de yapılmıştı bunlar, 1997'de, 28 Şubat'ta. Ben üniversitelere alınmamıştım. Dünyada birçok üniversiteden davet geliyordu, Türkiye'de üniversiteler beni almaktan çekindiler yurtdışından geldiğimde. Kim kaybederdi eğer ben ülkemi terk etmiş olsaydım? Türkiye ve insanları kaybetmiş olurdu. Ben terk etmedim, mücadele ettim. Şimdi bu kadar iyi yetişmiş insan unsurunu - ister Müslüman Kardeşler olsun, ister diğer gençlik hareketi-.  Daha sonra birçok gençlik hareketi 30 Haziran darbesine katkı veren birçok gençlik hareketleri de dışlandı. Bizim Mısır hakkında tek düşüncemiz Mısır'ın iyiliğidir. Güçlü bir Mısır istiyoruz. Bölgenin de Arap dünyasının da güçlü bir Mısır'a ihtiyacı var. Güçlü Mısır halkıyla barışık Mısır'dır. Aynen Türkiye gibi. Şu anda Türkiye güçlü. Çünkü biz son 12 yılda üç seçim, iki mahalli seçim, cumhurbaşkanlığı seçimi vwe iki referandumla sürekli güç tazeledik. İsteriz ki Mısır'da da seçimler herkesin katıldığı adil seçimler olsun. Ve seçilen lider kim olursa olsun dönemini bitirsin. Benim çok şey bir, Esed'le olan bir görüşmemizde, son görüşmemizde bir şekilde cumhurbaşkanlığı sonra yani ne olur diye konuşurken orada zikrettiğim bir husus vardı. Bir ülkede demokrasi olup olmadığının, dedim bir işareti var, çok görünür bir işaret. O ülkede eski cumhurbaşkanları ya da başbakanlar, güç kimdeyse, ülkelerinde huzur içinde yaşayabiliyorlarsa orada demokrasi vardır, dedim. Ama maalesef baktığımızda bölgemizde birçok cumhurbaşkanı, birçok lider ya hapishanede Mursi gibi ya sürgünde ya mezarda. Bu şekilde bir siyasi değişim olmamalı. Siyasi değişim, o liderin başarısızlığına halk karar vermeli, younu kullanarak karar vermeli, rıza göstererek karar vermeli. Bugün milyonlarca insan sokağa çıktı diye bir lideri değiştirirsiniz yarın başka milyonca insan sokağa çıktığında o liderin de değişmesi gerekir. Bu bir kısır döndü oluşturur. Bizim Türkiye olarak Mısır'a duamız vardır. Hiç bir düşmanlığımız yoktur. İyi niyetimiz vardır. Hiçbir art niyetimiz yoktur. Güçlü bir Mısır istiyoruz ama güçlü bir Mısır'ın da halkıyla barışık olması ile bunun olacağını düşünüyoruz. Düşüncelerimizi ifade etmemiz Mısır’a düşmanlık gibi görülmemeli. Türkiye ile Mısır’ın iyi ilişkiye karşılıklı olarak ihtiyacı var. Ama gözümüzün önünde, bir meydanda binlerce insan öldürülmüşse ve bir halkoyuyla seçilmiş birisi –hangi ideolojide olursa olsun- askeri bir yönetimle değiştirilmişse, sonra tekrar bir seçimle, neredeyse tek bir kişinin katıldığı seçimle, bir şey olmuşsa bunu eleştirme hakkımız var. Bizi de eleştirebilirler. Bizi de eleştiriyor birçok ülke başka sebeplerle. Biz nasıl bu eleştirilere cevap veriyor ve ilişkileri kesmiyorsak Mısırlıların da bizim kardeşçe uyarılarımızı, düşüncelerimizi ifade etmemizi düşmanlık olarak algılamaması lazım. İnşallah Mısır bu zor günleri aşacak. İnşallah Mısır’ın geleceği parlak olacak. Ben Mısır halkını tanıyan birisi olarak, Mısır halkının irfanını, Mısır halkının o derin gücüne, kurucu gücüne inanıyorum.

Darbenin istikbalini nasıl görüyorsunuz?

Dünyada hiçbir yönetim meşruiyetini halktan almadan, halkın rızasını almadan, bu illa demokrasi olmayabilir, halkın rızası önemlidir. Burada biz demokrasi ihraç etmek peşinde değiliz ki. Halkın rızası önemlidir. Bazı ülkeler, çok geniş maddi imkânlar olur, az nüfuslu olur, demokrasi dışında da o halkı tatmin etmek mümkün olabilir. Ama Mısır gibi 80 milyonluk dinamik nüfusa sahip olan bir ülkede, halkın rızası ancak ve ancak oy vererek veya milli iradeyle olur. Bunu yapamadığınız zaman, ki bunu yapamadığınız dönemlerde Türkiye dış borca muhtaçtı. 80’li yıllarda askeri ihtilal olduğunda Türkiye dış borç alıyordu.  Aynen bugün Mısır’ın almak zorunda olduğu gibi. Biz iktidara geldiğimizde Türkiye IMF’ye borçluydu. Çünkü bizden önce yarı askeri bir rejim vardı. Bizim dönemimizde biz bütün bu borçları ödedik, kimseden yardım almadan 2013 yılında da kimseden yardım almadan bütün borcu bitirdik. Çünkü biz halkımıza dedik ki: “Biz sizin için varız, sizin itibarınızı korumak için sizden fedakarlık bekliyoruz ve birlikte yeni bir Türkiye inşa edeceğiz” dedik. Ve bunu başardıkça da halkın verimi ve çabası arttı. Bize bir yerde bana sorduklarında yabancı finans kuruluşlarında ‘Türkiye bu ekonomik başarıyı nasıl sağlıyor?’ diye “Biz” dedim, “Büyük doğal kaynaklara sahip değiliz. Sömürgeci bir ülke olarak da, başka ülkeleri sömürerek de biriktirmiş değiliz bu kaynağı, bir kaynak. Birisi bize büyük paralar yüz milyarlarca dolar da vermiyor. Bizim tek kaynağımız var: İnsan, insan, insan. O insanı en iyi şekilde, insani kaynağımızı değerlendirmek durumundayız. Mısır’ın insanı da çok sağlam bir yapıya sahiptir. Önemli olan Mısır yönetiminin kendi insanına saygı duyması ve kendi insanının tercihlerine önem vermesi, ona saygı duymasıdır. Mısır, Arap dünyasının en büyük demokrasisi olma özelliğine sahip olabilirdi. Şu anda 2011’deki heyecan daha da ileriye taşınabilirdi. Ümit ederiz bir gün Mısır’ın gençliği kaderine, Mısır’ın kaderine hâkim olacaktır.

İnşallah da olacak. Sayın Davutoğlu, bize ayırdığınız vakit için çok teşekkür ediyorum.