BIST 9.693
DOLAR 32,50
EURO 34,69
ALTIN 2.499,53

Başörtüsü karşıtlığı ideolojisiz midir?

Şöyle bir soru üzerinde düşünelim: Başörtüsü konusunda “yasakçı” tavrı benimseyen eski Cumhurbaşkanı Sezer ile “özgürlükten yana olan” yeni Cumhurbaşkanı Gül arasındaki farkın sebebi nedir?

Belli ki Abdullah Gül, bunu bağlı bulunduğu İslam inancının bir gereği saymakta ve eşinin bu görevi yerine getirebilmesini istemektedir.

Peki başörtüsüne Sezer neden karşı çıkmıştır?

Bunun değişik sebepleri üzerinde durulabilir:

Mesela, bunun İslami bir görev olduğuna inanmayabilir. Yani bir İslam yorumundan yola çıkarak başörtüsüne karşı durabilir.

Mesela, dini uygulamanın hayatın her alanında yer almasına karşı olabilir.

Mesela, doğrudan dine karşı olabilir.

Mesela İslam'a karşı olabilir.

Mesela, bir başka ideoloji ya da çıkar adına Türkiye'de İslam'ın etkin bir değer kaynağı olmasını hazmedemeyebilir.

Yani her halükarda bir “karşı çıkış” gerekçesi vardır ve bu gerekçe tıpkı Gül'ünki gibi farklı bir inanç zeminine dayanmaktadır.

İslam'da başörtüsü yoktur” diyerek başörtüsüne karşı çıkanlar bile, İslam içinde bir mezhep – görüş adına, “başörtüsü ilahi bir emirdir” diyen görüşü devlet eliyle baskılama noktasındadır. Yani o zaman devlet tavrı, bir mezhebi yorum farkına dönüşmektedir.

Yani nötr bir duruş yoktur.

Abdullah Gül için bir inanç varsa, karşıt bir inanç da vardır ve Türkiye'de olan, bu karşıt inanç çevrelerinin, “öteki”lerin hayat alanını devlet ve yasa gücüyle tayin ediyor konumda bulunmasıdır.

Bunun anlamı, devlete yüklenen bir inanç temsilciliğinin, toplumun bir kesiminin inanç alanını baskılaması demektir.

İlginç bir şey: Bu “öteki”ler toplumun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Buna göre etkin bir azınlık, toplumun büyük çoğunluğunun hayat alanını daraltabilmektedir. Bunun adı negatif anlamda da olsa “dinsel oligarşi”dir. Etkin bir azınlığın üstelik negatif bir din anlayışıyla çoğunluğu yönetmesidir.

Yani laiklik, devletin dinler – inançlar karşısında nötr olması anlamına geliyorsa, ortada laiklik falan yoktur, İslam alanını daraltmak üzere yapılanmış bir uygulama vardır.

Bu durumda, şu an, anayasa değişikliği çerçevesinde “başörtüsü” ya da “türbana özgürlük” diye tarif edilmeye çalışılan şey, “başörtüsü karşıtı bir inanç grubu”ndan, İslam inancı adına bir özgürlük talebidir.

Bu açıdan bakıldığında “Abdullah Gül'ün “başörtüsüne özgürlük” talebinde bulunurken dayandığı gerekçe neden gayrı meşrudur ve “başörtüsü yasağı” vardır da, herhangi bir gerekçe ile başörtüsüne karşı çıkanların görüşü devlet görüşü halindedir?” sorusu çok anlamlı hale gelmektedir.

Abdullah Gül veya Sezer isimlerini sembolik anlamda kullandığım herhalde anlaşılmıştır.

Gerçekte, Türkiye'de bu alanda yapılan kamuoyu araştırmalarında halkın en azından yüzde 75'inin “başörtüsünün hem bütün eğitim kademelerinde, hem kamu görevlerinde serbest olması”ndan yana olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bu toplum eğilimi yıllardır bir hakim çevrenin etkisiyle gözardı edilebiliyor.

Sezer veya aynı çizgide bulunanlar, tüm bu karşıtlıklarını, anayasal bir çerçevenin gereği olarak da görebilirler. Ama zaten ben de, islami bir hayat tarzı karşıtlığının anayasal çerçeve haline gelmesinin ve devlet adına savunulmasının laik düzende çok çarpık durduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bu, İslam'a bir şekilde mesafeli duran bir ideolojik yönelişi, özgürlük kıstası haline getirip, ülkenin insanlarına hayat tarzı diye empoze etme sonucunu doğuruyor ki, bu tavır, demokratik de olamaz, laik de olamaz. Sovyet Rusya'da, marksist ideoloji adına islami alanı daraltmak makul karşılanabilir miydi? Laikliği, İslami alanı daraltmaya yönelik bir ideoloji haline getirmenin bundan farkı var mıdır?

Son söz:

Anayasa değişikliği tartışmalarında başörtüsü için birileri bir hakim azınlıktan hak talep ediyor, onlar da vermemekte direniyor görüntüsünün çıkması, “halk anayasa yapıyor” söylemini önemli ölçüde yaralıyor. Birbirimizi aldatmayalım.