BIST 9.530
DOLAR 32,47
EURO 34,83
ALTIN 2.478,91

Başbakan Alevi Olmak İstediğinden Emin mi?

Başbakan; “Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse ben de Aleviyim” dediğinde kesin kararımı verdim;

Sn. Başbakan Alevilik hakkında hiçbir şey bilmiyor…

Bilmemek ayıp değil ama öğrenmemek ve öğrenmek için empati kurarak anlamaya çalışmamak büyük ayıptır.

Söz konusu olan bir ülkenin başbakanı ve bahsettiği kültür yönettiği ülkede nüfusun önemli bir bölümünü kapsıyorsa daha da ayıptır.

Alevi olmak isteyip istemediğini bir kez daha düşünse iyi eder kanaatindeyim.

Velev ki Alevi oldu diyelim. Alevilikte makamlara ve statüye göre ayrımcılık olmadığından önce halk mahkemelerinde yargılanması ve aklanması gerekir. Bu mahkemede halkın ortak kararı ile sonuç çıkar. Sn. Başbakan büyük olasılıkla “düşkün” olmakla suçlu bulunur ki bu da toplumdan dışlanmak ile eş anlamlıdır.

Toplumda kin ve nefret ile düşmanlık yaratmak da Alevi kültüründe düşkün olmak için yeterli bir suçtur!

Düşkünlük kavramından haberdar ve buna rağmen hala Alevi olmak istediğinden emin midir, bilemem tabi.

Ben bir kez daha düşünsün derim.

Alevi toplumu kendi geleneksel iç yaptırımlarını topluma asla yansıtmaz ve bir baskı aracı olarak kullanmaz. Ama bu geleneğe sıkı sıkıya da bağlıdır. Bu nedenle de Alevi toplumunda suç işleme oranı minimum düzeyde kalabilmektedir.

İnsan sevgisi üzerine inşa edilen Alevilik sonradan eklenen folklorik geleneklerden uzak dursa da İslamiyet’in yaşanabilirliğine ve evrensel kabulüne katkısı oldukça büyüktür. Katkı sunanlar bugün tüm dünyada saygınlık kazanmış isimlerdir. Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli bunlardan bir kaçı…

Alevilik; sevgiyi, hoşgörüyü ve özellikle de insanı İslamiyet’in merkezine yerleştirmiş olması nedeniyledir ki Mezhepçiliği reddetmekte ve Kuran’ı günümüzün tek rehberi olarak kabul edip aracılara itibar etmemektedir.

Düşünüyorum da; Başbakanın “ben Müslüman’ım” demesi dışında Alevilikle örtüşen nesi var merak ediyorum.

Konu Ali’yi sevmek ise Müslüman’ım diyen herkes O’nu sever. Bir tek Müslüman var mıdır ki Hz. Ali’yi sevmiyorum desin?

O halde bunu geçeceğiz…

İslam alemi tarih boyunca nice Müslüman'lar gördü;

Görünürde Muaviye ve onun oğlu Yezid’de Müslüman’dı. Oysa Hz. Muhamed’in sevgili torunu ve Ehl-i Beyt’ten olan Hz. İmam Hüseyin’i susuz ve zalimce şehit eden de Muaviye’nin oğlu Yezid değil miydi?

Günümüze dönelim;

Suriye’de insanlık suçu işleyen ÖSO’nun katliamlarına kılıf uydurmaya çalışanların niyeti AKP mv. Mehmet Metiner’in televizyondaki konuşmanın bir bölümünde söylediklerini dinleyince netleşiyor.

Mehmet Metiner: "Yezid İle Hüseyin karşı karşıya geldiğinde bizim tavrımız Yezid'ten yanadır!"

Kaynak:

Suriye’de yaşananların bu boyuta gelmesinde yazık ki bizi yönetenlerin katkısı büyüktür. Oysa bizim Suriye’de ne Hüseyin ne de Yezid’ten yana olmamız gerekmiyordu. Eğer ille de tavrımız olacaksa insandan yana tavır alarak diplomatik yollarla dünya kamuoyunun dikkatlerini Suriye’nin üstüne çevirme çabamız yeterli olacaktı.

Bütün bu tutumları nedeniyle ne Mehmet Metiner’in ne de Sayın Başbakanın Alevi olması mümkün değildir.

En son Başbakanın “komşularınızı şikâyet edin” demesi ile de sadece Alevi olma arzuları değil, diğer vasıfları da tartışmalı duruma gelmiştir.

***

Türkiye; bir sabah erken saatlerde Türk Milletini derinden etkileyen polis şiddetiyle uyandı.

Başbakanın, yıllarca süren baskı ve kural tanımayan keyfi yönetim anlayışının “gemi azıya alması” olarak yorumlanabilecek talimatıyla o gün bir polis saldırısı gerçekleşmişti.

Nitekim bu hukuksuz saldırı toplumun “ya sabır” diyerek dizginlediği öfkenin sokaklara taşmasıyla neticelendi.

Gezi Parkı’nı çıkar amaçlı hukuksuz yapılaşmaya karşı korumaya kararlı bir avuç tepkili insanın uğradığı saldırı vicdanlarda yankı bulmuş ve Türk Milleti’nin silkinip kendine gelmesini sağlamıştı.

Haksızlık karşısında sessiz kalmanın toplumları köleliğe taşıyacağının bilincinde olan kitleler akın akın meydanları doldurmaya başlamıştı.

Din istismarı ile suskunluğa mahkûm edilmiş edilgen kesim, hükümetin tahakkümünde olan televizyonların saptırılmış haberleriyle eylemlere karşı önceleri mesafeli kalsalar da yaşananlar netleştikçe mesafeli duruş AKP politikalarına yönelmeye başladı.

Zaten araştırma şirketlerinin yaptığı son anketler de bu durumu rakamlarla açıkça ifade etmektedir.

Sonuç; 6 vatandaşımız öldü, 12 gencimiz kör edildi, 8 bin civarında yaralımız var ve yüzlerce insanımız tutuklandı!

Vaziyet bu iken Başbakanın konuşmaları daha bir garip hale geldi. Bu garabet artık Türk Milleti’ni oluşturan hiçbir ferdin kabul edemeyeceği boyuta ulaşmış durumda.

Bunun nedenini sanırım herkes az ya da çok tahmin edebiliyordur.

Mesela hiç tanımadığım ve hukukçu olduğunu söyleyen bir vatandaş sohbet esnasında şöyle demişti;

“Başbakan mevcut siyasetini sürdürmeye mahkûm. Çünkü, protesto sürecinde izlediği yöntem ile insanlık suçu işlemiştir. Bu nedenle geri adım atması hem kendinin hem de bakan ve bürokratlarının protesto sürecinde işlenen suçları kabullenmesi anlamına gelecektir.”

Bu oldukça düşündürücü bir görüştür kuşkusuz!

Eğer haklı ise Başbakan kendine taraftar bulabilmek için daha sert söylemlere ve halkın bir kesimini diğerine karşı kışkırtmaya (kin ve düşmanlık suçu işlemeye) devam edecek demektir.

Hükümetin adeta kimyasını bozan direniş süreci toplumun geleceğe dair kaygılarını da bir nebze hafifletmiştir. Çünkü halk, ülkenin totaliterliğe doğru koşar adım yol aldığı noktada gidişata dur demiş ve bu son derece vahim ülke meselesini sahiplenmiştir.

Dahası da var; “Türkiye kişisel hezeyanlarınızı hayata geçirebileceğiniz başıboş bir ülke değildir.” diye haykırmıştır.

Kuvvetler ayrılığının fiilen ortadan kaldırılmasıyla yetkilerin tek elde toplanması insanların özgürlük alanlarına tecavüzü beraberinde getirir.

Nitekim Başbakanın her konuşmasında bireysel özgürlüklere müdahale sayılabilecek söylemlere rastlamak mümkündür. Normal şartlarda bu tür konuşmalar skandal olarak, gaf olarak nitelenir. Oysa uzun yıllar bu tür yetki ve haddini aşan söylemlere tahammül gösterilmiş, tahammül gösterildikçe gafların dozu da artmıştır.

Ülkemizde bütün bunlar yaşanırken okuduğum bir kitaptaki bazı anektotları anımsadım. Edilgenliğin ağır bastığı toplumlarda nelerin yaşanabileceğine dair ilginç tespitler bulunan bu kitap Gezi Olaylarının en şiddetli döneminde yani Haziran 2013’de yayınlandı. Yazarı aynı zamanda ağabeyim Erol Duran’dır.

Yalın Yayıncılıktan çıkan “OLACAK” adlı kitap yazılırken kuşkusuz o güne kadarki yaşanmışlıklardan esinlenilmiştir ama hali hazırda yaşananlarla karşılaştırdığınızda eminim siz de çok şaşıracaksınız.

Tek adam olma hayali ile yanıp tutuşan birilerinin başarıya ulaşması elbette uzak ihtimal değildir. Bu tehlike her zaman vardır lakin “OLACAK” adlı kitaptan paylaşacağım kısa bir bölüm ile bu amaca ulaşılması halinde yaşanacaklara biraz olsun ışık tutmak istedim.

Sizi “OLACAK” adlı kitabın kısa bir bölümüyle baş başa bırakıyorum.

Buyurun okuyalım;

“Haftanın ve hatta günün belli saatlerinde herkes TV kanalından duyması gerekeni duyacak, öğrenmesi gerekeni öğrenecek. İtiraz etmek veya bu konuda herhangi bir harekette bulunmak, görüş beyan etmek kesinlikle yasaktır ve de gereksizdir. Bundan böyle herkes Barış Grubunca uygun görülen şeyleri bilecek ve izin verdiği şeyleri düşünecek. Bunun haricinde hiçbir şey bilmeyecek, öğrenmeyecek ve düşünmek gibi gereksiz bir zahmeti de üstlenmeyecektir.

Peki, Barış Grubu buna neden gerek duydu değil mi? Güzel bir soru. Bunu da ilk ve son kez başkanınız olarak ben yanıtlayayım. Bu güne kadar çok şey düşündünüz, öğrendiniz de ne oldu? Kendinizi yormaktan başka! Ha siz toplumun uyanık tipleri diyeceksiniz ki; kendimize mal mülk edindik. Doğru artık edinemeyeceksiniz. Zaten kendine hiçbir şey edinemeyen çoğunluk da nasıl ki önceden hiç düşünmeden yaşamışsa, yine öyle, yani yine düşünmeyeceklerdir. Neden mi çünkü bu güne kadar düşündükleri ancak kendilerinin sürünmelerine yetmiştir, doğru mu, doğru! O zaman. Bundan sonra düşünmelerine ne gerek var? Yok, tabi ki! Barış Grubu her şeyi düşünür. 

Bu nedenle okulların çoğunu kapattık. Kapatmadıklarımız da var elbet. Ama okullara Barış Grubu’nun uygun gördüğü öğreniciler kaydedilecek ve bu öğreniciler Barış Grubunun çizdiği istikamet doğrultusunda düşünecek ve öğrenecek. Herkesin okumasına da gerek yok. Yani israftan kaçınıyoruz sizin anlayacağınız. TV ve gazete Barış Grubu’nun denetimi ve direktifi altındadır. Ondan endişeniz olmasın. Bu topraklarda bir yanlış yapılacaksa, onu da Barış Grubu yapacaktır, tabi doğruları da…” Salonda bir uğultu dolaştı ve hemen söndü. Arka sıralardan bir kadın kalktı ve

-“Siz kim oluyorsunuz da bizimle böyle konuşabiliyorsunuz? Barış Grubuymuş, bilmem neymiş!” dedi. Hemen arkasındaki Barış Grubu Muhafızı tarafından kafasına bir kurşun sıkılarak oracıkta sesi kesildi. Salonda yine çıt yoktu. Nefesler tutulmuştu. Düşünceler dizginlenmiş, öfkeler zapturapt altına alınmıştı. Başkan Barış sözüne kaldığı yerden devam etti.

-“Evet, aklını kullanamayanın sonu işte budur.” dedi ve ilave etti;

-“Bu kadının önüne artık kâğıt bırakılmasın ve kaydı silinsin. Kadını daha sonra ölü toplayıcı ekip alır” dedi ve Sonra salona sert bir bakış fırlatarak;

-“Bu uygulama bundan böyle her yerde, yani Barış Grubu’nun iradesinin geçtiği her yerde -ki irademiz her yerde geçer- böyle uygulanacaktır.”