BIST 9.525
DOLAR 32,63
EURO 34,84
ALTIN 2.503,13
HABER /  POLİTİKA  /  AK PARTİ

90 bin genç donarak ölmeye hazır mı?

Taraf yazarı Ayşe Hür, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na zor bir soru sordu...

Abone ol

"Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Sarıkamış'ta 'Gerekirse doksan bin şehit için daha ant içtik' derken, 1914'te Enver Paşa'nın zoruyla başlayan harekatta askerlerin yazlık giyisiler içinde eksi 39 derecede donmaya terkedildiğini biliyor muydu?"

Yukarıdaki kavurucu soru tarih araştırmacısı Ayşe Hür'e ait.

Hür'ün Taraf Gazetesi'nde hem Davutoğlu'na cevap niteliği taşıyan hem de 1914 Sarıkamış kışında olan-biteni anlattığı yazısını okurken tüyleriniz diken diken olacak.

- İttihat ve Terakki paşalarının 1914 yılının Ekim-Kasım aylarında bir oldubittiyle Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’na sokmalarının ardından Erzurum-Sarıkamış’ta Rus ordularıyla yaşanan kapışmanın acı bilançosu yıllardır çeşitli tartışmalara neden oluyor. Milliyetçi çevrelere göre Sarıkamış Harekâtı 90 bin şehitle sonuçlansa bile bir kahramanlık destanıdır. Ortaya çıkan acı bilançonun kusurlusu kış şartlarıdır, arazi koşullarıdır, Ruslara yardım eden Ermeni çeteleridir ya da hatalı kararlar veren ikinci üçüncü dereceden kumandanlardır. Ama Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu daha da ileri gitti ve sadece kahramanlıklardan oluşan bir tablo çizdi. Ve halka şunu vaat etti: “Gerekirse bir 90 bin şehit daha verebiliriz?” Peki aslında Sarıkamış’ta ne olmuştu? Sarıkamış bir övünç kaynağı mıydı? Ve olan bitenin müsebbibi kimdi? 

Rusları  gafil avlamak

Almanya ile 2 Ağustos 1914’te imzalanan anlaşmadan sonra Alman ve Türk subaylarının ortaklaşa kontrol ettiği Genel Karargâh, 3. Ordu birliklerini Rusları mümkün olduğu kadar geriye püskürtmek ve fırsat bulduğunda taarruz etmekle görevlendirmişti. Ancak Enver dışında kimsenin aklında bir kış taarruzu yoktu. Çünkü bozgunla sonuçlanan Balkan Savaşı’ndan henüz çıkmış olan ordunun eksiklikleri sayılamayacak derecede çoktu. Sarıkamış coğrafyası çok çetindi ve o yıl çok ağır bir kış yaşanıyordu. Ama Rusları gafil avlayarak tarihi bir başarıya imza koymayı arzulayan Enver’in uyarılara kulak asmaya niyeti yoktu. Ona göre eksiklikler yolda tamamlanırdı. 

Yemen’den Sarıkamış’a

İlk iş olarak kıdem ve tecrübeye riayet etmeyerek Harbiye Mektebi’nden hocası Hasan İzzet Paşa’yı 3. Ordu Kumandanlığı’na atadı. Ardından birliklerin bölgeye sevkine geçildi. Adsız bir asker günlüğünde şunları yazmıştı: “Bu yaz, iki alayımızla Yemen’den buraya naklolunduk. Yola koyulmamızdan dört ay sonra buraya ulaştık ki, Arabistan’ın cehennemî sıcağı Köprüköy’deki [Eleşkirt]ayaz yanında nimet-i ilâhi imiş. Burada çadırın perdesi buza kesmiş oğlak kulağı gibi kırılmakta ve kopmakta. Bölük kumandanım, beni sıhhiyeye nakletmiş ise de, tabip ve ilaç yokluğundan çaresiz kalıp tekrar takımıma döndüm. Akşam yaklaşınca Köprüköy’e civar dağlardan tipi boşanır. Kumandanımız, gelecek cuma Başkumandan Enver Paşa Hazretleri’nin teftiş ve hücum için geleceğini müjdeledi. O gelinceye kadar da yün içlik, çorap ve paltoların verileceğini ve Yemen yazlıklarını atacağımızı müjdeledi. Allah, devlete ve millete zeval vermesin. Başkumandan Paşa Hazretleri’nin gelmesi ile Moskof’un kahrolacağından ve kâfirin, karşımızdaki tepelerde geceleri seyrettiğimiz ocaklı ve mutfaklı karargâhlarını ele geçireceğimizden subaylarımız çok emin...” 

Enver komutayı  alıyor

Bütün olumsuzluklara rağmen 9-18 Kasım 1914 ‘te 3. Ordu, Rusları Köprüköy’de [Eleşkirt] durdurdu. Ama Kumandan Hasan İzzet Paşa, askerin giyim ve iaşesinin yetersizliğini ve kış şartlarını düşünerek çekilen Rusların peşine düşmedi. Enver Paşa 25 Kasım 1914 tarihinde durumu yerinde tetkik etmesi için Harbiye’den sınıf arkadaşı Yarbay Hafız Hakkı’yı cepheye gönderdi. Erkân-ı Harbiye İkinci Başkanı Hafız Hakkı Paşa’nın olumlu telgraflarıyla iyice coşan Enver Paşa 16 Aralıkta Alman kurmay ve generalleriyle Erzurum’a geldi ve hocası Hasan İzzet Paşa’yı korkak davrandığı için görevinden aldı. Erlerin payına ise şu konuşma düştü: “Askerler! Hepinizi ziyaret ettim. Ayağınızda çarık, sırtınızda paltonuz olmadığını gördüm. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda Kafkasya’ya gireceğiz. Orada her türlü nimete kavuşacaksınız. İslâm âleminin bütün ümidi sizsiniz!”

Ve ardından İstanbul’daki eşi Naciye Sultan’a şu satırları yazdı: “Naciye, güzel melek! Ben yakında avdeti umarken şimdi zuhur eden bir hal beni daha bir müddetçik buraya bağladı. 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa orduyu idare için kendisinde cesaret göremediğini söylüyor... Hep umduğum adamlar böyle çıkıyor. Şimdilik 3. Ordu’yu ben idare edeceğim. Allah kısmet eder de şu Moskofları bir ezersem, o vakit cicimi açık alınla kucaklarım...” 

Eksi 39 derecede donan askerler

Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafileydi. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.


Hür'ün kaleminden bu tüyler ürperten satırların devamı için ikinci sayfaya geçiniz...

[PAGE]


Enver’in zorlamasıyla 3. Ordu’ya bağlı 9, 10, 11. Kolordular harekâta başladılar. Zemheri denilen kışın en soğuk günleriydi. Kar kalınlığı bazı yerlerde bir metreyi geçiyordu. Sıfırın altında 39 derecelik soğuklar, düşmandan daha tehlikeliydi. Gündüz başlayan yürüyüşte yumuşayan çarıklar gece donmaya, ayakları mengene gibi sıkmaya başlıyordu. Adım atmak neredeyse imkânsızdı. Askerler donmamak için oldukları yerde atlıyor, zıplıyor, kendilerini yerden yere vuruyordu ama nafileydi. Ayak parmaklarından başlayan donma, yavaş yavaş tüm vücutlarına yayılıyordu. Kimi yere çömeldi, kimi oturdu, kimi yuvarlandı, kimi bir ağaç gövdesine dayandı. Ortalık kardan heykellerle doldu.

Kurşun yerine ip

24 aralıkta Beyköy’le Kuruköy’e ulaşmayı sadece 3.200 kişi başarmıştı. “Onları teslim alamadım. Çünkü bizden çok evvel Allahlarına teslim olmuşlardı” diye yazdı Rus Kurmay Başkanı Pietroroviç raporuna. Haklıydı, kimi ya sürekli beyaza bakmaktan kör olmuştu, kimi açlık ve yorgunluktan dolayı yaşlılık hastalığı denen bir illete maruz kalmıştı. Ama Enver Paşa inadından dönmedi. Acımasız emrini verdi: “Geri adım atanı üstü vuracaktır!” Ardından örnek olması için 40-50 kişi kurşuna dizildi. Daha sonraki infazlar zaten az olan kurşunların ziyan olmaması için iple yapılacaktı. Ağaçlarda donmuş insan cesetleri sallanıyordu.

1 Ocak’ta Albay Hafız Hakkı  Paşa başkumandan vekiline itiraf etti: “Bitti paşam, ordumuzun kısm-i küllisi mahvoldu.” Her şeyin bittiğini anlayan Enver Paşa, Albay Hafız Hakkı Bey’i ‘Paşa’ yaparak 3. Ordu’nun başına geçirdikten sonra Erzurum’a doğru yola çıktı. Enver’i götüren kızak, yolda bir Rus karakol birliği ile karşılaştı ancak Rus askerleri kendisini tanımadıkları için kurtuldu. 4 Ocak 1915’te Hafız Hakkı Paşa geri çekilme emri verdi ve Sarıkamış Harekâtı sona erdi.

Enver cici karısına sarılırken...
Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi?

Sarıkamış'ın en önemli aktörü Enver Paşa'nın kan donduran sözlerini okumak için üçüncü sayfaya geçiniz

[PAGE]



10 Ocak 1915’te Erzurum’dan otomobille Refahiye-Suşehri üzerinden İstanbul’a ulaşan Enver Paşa ‘cici karısı’ Naciye Sultan’a sarılmış, ardından da Cercle d’Orient Kulübü’nde verilen ziyafete katılmıştı. İstanbul gazetelerinde Genel Karargâhın zafer bildirisini yayımlanmıştı: “Ordumuz Sarıkamış’a dek ilerleyerek kesin başarı kazanmıştır.” O günlerde kendisine, 3. Ordu mıntıkasında zayi olmuş asker sayısının aslında 600 bin civarında olduğunu hesapladığını söyleyen Harbiye Nezareti'nin Ordu İkmal Dairesi Müdür vekili Miralay Behiç (Erkin) Bey’e şöyle demişti: “Bunlar nasıl olsa bir gün ölecek değiller miydi!”

Esirler Sibirya yollarında

Enver Paşa bunları söylerken, Hafız Hakkı Paşa, Erzurum’da tifüsten son nefesini veriyor, Rusların esir aldığı on binlerce Osmanlı askeri Hazar Denizi’ndeki kıraç ve susuz Nargin (Nergis) Adası’nda, merkezi Rusya’daki Varnavino, Sibirya’daki Krasnoyarsk, Priamur, Novanikolaievsk, Novosibirsk, Omsk kamplarına doğru götürülüyorlardı. Nargin Adası’ndaki 10 bine yakın Osmanlı esiri susuzluk, zehirli yılanlar ve ağır yaşam koşulları yüzünden daha ilk yıllarda ölmüştü. Diğer kamplardakiler daha şanslıydılar ama sağ kalmayı başaranlar ancak yıllar sonra ülkelerine dönebildiler. Ama ya bedenleri ya ruhları sakatlanmış olarak.

Sarıkamış sansürü

Ancak halk bunları hiç bilmedi. Sadece askere gönderdikleri evlatlarından uzun süredir haber alamadıkları için olan biteni hissediyor ama “hiç haber almamak, kötü haber almaktan evladır” deyip tevekkülle büyüklerinin açıklamalarını bekliyorlardı. Bırakın halkı, dönemin sadrazamı Said Halim Paşa bile “Sarıkamış felaketini çok sonra haber aldığını” söyleyecekti. Çünkü İttihat ve Terakki, savaş aleyhine yayınları önlemek için hükümetin resmî gazetesi sayılan Tanin haricindeki bütün gazeteleri kapatmıştı. Askeri sansür ancak 11 Haziran 1918’de kaldırıldı. Fakat Sarıkamış konusundaki sansür ancak 1921 yılında kırıldı. 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülü Şerif (İlden) Bey, 3,5 yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a geldiğinde askerliğe dönmek istemiş ama emekli edildiğini öğrenmişti. Köprülü Şerif Bey Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi adlı hatıratını ancak 1921 yılında, Akşam gazetesinde tefrika edebildi. Yedi yıllık suskunluk nihayet bozulmuştu. Bunu başka yayınlar izledi. Ancak Sarıkamış’ın gerçek bilançosu hiçbir zaman ortaya çıkmadı. 

Kaç  şehit, kaç esir, kaç firari

Yıllardır tartışılır, Sarıkamış’ta cepheye kaç kişi sürülmüştü, kaç  kişi şehit olmuştu? Bu konuda ilk rakam 1933’te telaffuz edildi. Genelkurmay tarafından yapılan açıklamaya göre ‘zayiat’ yani ‘kayıp’ sayısı 109.274 idi. Bu kayıpların ne kadarı ‘şehit’, ne kadarı ‘yaralı’, ne kadarı ‘esir’, ne kadarı ‘firar’ açıklanmamıştı. Daha sonra faciadan beri halk arasında yaygın kanaate uygun olarak “90 bin şehit verildi” dendi, ama sonra bu sayının Enver’in prestijini sarstığı görülünce sayı düşürülmeye çalışıldı. Ordunun tüm mevcudu 75 bin kişiyken, nasıl 90 bin şehit verilebilirdi ki? Tüm arşivler elinin altında olduğu halde yıllardır bu konuda bilimsel bir araştırma yayınlamamış olan Genelkurmay 18 Aralık 2007’de Internet sitesine koyduğu ‘bilgi notu’yla rakamı sessizce revize etti: Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan şehit olanların sayısı 60 bindi!

Peki, bu sayılar doğru muydu? Sarıkamış’ta yaşanan hezimeti sayesinde öğrendiğimiz 9. Kolordu Kurmay Başkanı Yarbay Köprülülü Şerif (İlden) Bey’e göre 3. Ordu’nun mevcudu 190 bindi. Yani pekala 90 bin şehit verilmiş olabilirdi.

Suçlu ayağa kalk?

Sayılar konusu bir yana bırakıldığında daha önemli soru ortaya çıkıyordu: Bu ‘zayiat’ kimin suçuydu? Halk buna çoktan karar vermişti: “Askeri kırdıran Enveri Paşa” türküsünde olduğu gibi ancak günümüzün koca bilim adamlarının, askeri liderlerinin, strateji uzmanlarının harekâta karar veren, bunu komuta kademesine zorla kabul ettiren, askerleri giysisiz, iaşesiz -39 derecede cepheye süren Enver Paşa’yı suçlandığını sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Kimi çevreler, o günlerin İttihatçıları gibi Ermeni çetelerini suçladı, kimi Köprüköy’de düşmanı takip etmeyen 3. Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’ya attı suçu, kimi en az Enver Paşa kadar hırslı ama strateji ve taktik cahili olan 10. Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa’ya, kimi Osmanlı Genelkurmayı’nın başındaki Alman generali General Bronsart von Schellendorf’a attı suçu.

2007’de Genelkurmay, "Sarıkamış Kuşatma Harekâtı; düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan başarılı bir plandı. Ancak stratejinin faktörlerinden zaman ve iklim şartları iyi değerlendirilemediği için bu sonuç  kaçınılmaz olmuştur” diyerek durumu idare etmeyi seçti.

Kendini Napolyon sananlar

Halbuki, Enver’le düştüğü anlaşmazlık yüzünden Irak’a gönderilen Alman Goltz Paşa günlüğüne şöyle yazmıştı: “Kafkasya’da maalesef Napolyon Bonapart olduğunu iddia eden ve cahil yetişen birçok adam var. Bunlar, ordularına güçleriyle bağdaşmayan görevler vermişler ve bu yüzden ordularını büyük zarara uğratmışlardır.” Goltz Paşa’nın kibarlık (veya korkaklık) edip adını anmadığı sözde Napolyon’un kim olduğunu herhalde tahmin etmişsinizdir…

Goltz Paşa’nın ‘zarar’ diye tabir ettiği büyük yıkımı ise Mehmet Akif Ersoy’un güçlü dizelerinden daha iyi anlatan olamaz herhalde:  “Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım/ Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım/ Ne yapıp yeisimi kahreyleyeyim, bilmem ki/ Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki!/ Ah! Karşımda vatan namına bir kabristan yatıyor şimdi...”

Birilerinin Ahmet Davutoğlu’na bu şiiri okuması gerek… 

Milliyetçilik çocukları öldürme yarışı mıdır?

Ahmet Altan'ın milliyetçilikle ilgili yaptığı sert tespitleri okumak için dördüncü sayfaya geçiniz

[PAGE]


"En korktuğum şey başımıza geliyor galiba.

Askerî ve yargı vesayetine karşı en ciddi mücadeleyi veren, yakın tarihimizin en ciddi değişim adımlarını atan, Türkiye'yi Avrupa Birliği üyeliğine aday düzeyine çıkarmayı amaçlayan, Kürt açılımını başlatan AKP, hızlı bir şekilde milliyetçiliğe ve tutuculuğa kayıyor."

Yakın siyasi geçmiş ve aktörlerinden örnekler veren Altan, AK Parti'yi bekleyen tehlikeye şöyle işaret etti:

Biz bunu ANAP'la da yaşamıştık.

ANAP'ın iktidarının ilk kırk gününde gerçekleştirdiği devrimleri AKP sekiz yılda henüz yapamadı, ANAP öylesine devrimci ve değişimci bir partiydi, askeri siyasetin dışına itmişti, Özal, "federasyondan bahsedebilmeliyiz" diyecek kadar atılgan ve cesurdu, onun yerine gelen Mesut Yılmaz "Avrupa'nın yolu Diyarbakır'dan geçer" diyecek kadar barışa açıktı, arkalarında yüzde kırk beşe yaklaşan büyük bir oy desteği vardı.
Sonra birden yoruldular.
Devletle ve askerle anlaşmanın yollarını aramaya başladılar.
Mesut Yılmaz, partiyi adım adım milliyetçiliğe ve tutuculuğa sürdü, MHP'yi tek siyasi rakip olarak gördü.
Onların ne yaptığını anlayınca halk da desteğini ANAP'tan çekti.
Sonunda ANAP da Mesut Yılmaz da yok olup gitti.
Şimdi bu acıklı macerayı sanki yeniden yaşıyoruz.

Hükümetin yorgun düştüğüne dikkat çeken Altan, milliyetçilikle bir yere varmanın mümkün olmadığını yazdı:

AKP yoruldu.
Kürt meselesinde, Kıbrıs meselesinde, AB meselesinde yeni çözümler üretemeyince duvara çarptı.
Mesut Yılmaz gibi Tayyip Erdoğan'la arkadaşları da akıllarını MHP'ye taktılar ve MHP'ye rakip bir milliyetçiliğe saptılar.

Dünyanın hiçbir yerinde yalan söylemeden ve saçmalamadan milliyetçi olamazsınız.
AKP yönetimi de her gün yeni bir saçmalıkla çıkıyor karşımıza.
Aralarında en aklı başında gözükenlerden, üstelik de oldukça iddialı bir siyasetçi olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, gitti Sarıkamış'ta "bir doksan bin şehit daha verebileceğimizi" söyledi.

Bunu söyleyen adam, "komşularla sıfır sorun" politikasının sahibi.
Ama burada asıl ürkütücü olan, bir adamın "doksan bin insanı ölüme gönderebileceğini" bu kadar soğukkanlı bir biçimde söyleyebilecek kadar gözünün kararması.
Bir de bunu Sarıkamış'ta söylüyor, Sarıkamış'ta öldürdüğümüz gibi öldürtecekmiş insanları.

Bugün Ayşe Hür Sarıkamış'ı daha detaylı anlatıyor, okursunuz.
Sarıkamış, askerî tarihin en büyük facialarından biridir, Enver Paşa'nın bencilliği ve yeteneksizliği yüzünden doksan bin genç çocuk, Sarıkamış dağlarında, düşmanı bile göremeden, tek kurşun atmadan, üstlerinde yazlık üniformalarıyla, ısınmak için ağaçlara sarılarak öldüler.
Ağaçlara sarılmış cesetleri donmuş halde bulundu.
Davutoğlu, bu ülkenin çocuklarını bir daha böyle öldürtecekmiş.
Bu laftaki insafsızlık, bencillik, insanları "böcek gibi gören" kibir, duyanı öfkeden çıldırtıyor doğrusu.

"Sen kimsin" demek istiyorsun, "sen kimsin doksan bin çocuğu ölüme gönderecek? Ne hakla onları öldürteceksin? Sen MHP'yle oy yarıştıracaksın diye biz çocuklarımızı ölüme mi göndereceğiz?" Davutoğlu, hiçbir şeyden değil sadece akademisyen kimliğinden utanacak bir izana sahip olsa, Sarıkamış'ta doksan bin çocuğumuzu daha ölüme göndermekten değil, "bir daha Enver Paşa gibi kendini bilmezlere çocuklarımızı öldürtmemekten" söz ederdi.

MHP ile yarış etmenin tehlikelerine işaret eden Altan yazısını şöyle noktaladı:

Ama "çocukları öldürtmeden" MHP'yle yarış olmuyor değil mi?
Neticede milliyetçilik, "en fazla çocuğu öldürme" yarışı.
Kim daha çok çocuk öldürtürse o daha çok "milliyetçi" oluyor.
Onun için yüzlerce büyükelçiyi toplayıp bir "Sarıkamış daha istiyor", onun için "doksan bin çocuğu" daha feda edebileceğinizi söylüyorsunuz.
Onun için Kürt açılımını kapadınız, onun için Kürt halkının "iki dil" talebini Milli Güvenlik Kurulu ağzıyla inkâr ediyorsunuz, onun için 1998'de Mesut Yılmaz'ın kapattığı limanları açacak cesareti gösteremiyorsunuz.

MHP'yi yenmek için MHP'lileşiyorsunuz.
Mesut Yılmaz da aynen böyle yapmıştı.
Mesut Yılmaz da şimdi sizin sandığınız gibi "halkın oylarını çantada keklik" sanıyordu.
Bütün bu Cumhuriyet, bütün bu diktatörler, darbeciler, generaller, "efendiler", halkı küçümsediler, halkın çocuklarını gözlerini kırpmadan öldürttüler, "milliyetçilik" yarışında hep halkı öldürterek öne geçmeye çabaladılar.
Şimdi de siz küçümseyin, şimdi de siz yalan söyleyin, şimdi de siz tarihi saptırın.
Eninde sonunda gideceğiniz yer, sizden öncekilerin gittiği yerdir.
Bu halk, gün gelir çocuklarını öldürtmeyecek, koruyacak birini çıkarır kendi içinden.