BIST 9.722
DOLAR 32,52
EURO 34,93
ALTIN 2.424,63

12 bin şamdanlı avlu!..

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ ın bugünkü büyük mücadelesi Kerkük kalesinde Osmanlı subayları mezarlığında yazıyor..

Milli Mücadele kahramanlarından Konyalı emekli Vali Cemal Bardakçı’nın oğlu, Türk medyasının en önemli kalemlerinden biri olarak yıllarca ülkesine hizmet vermiş, ölüm döşeğinde bile “Son Türk devletine sahip çıkalım” diyen merhum İlhan Bardakçı’nın anılarını okuyorum. 

Yaşadığı bir hatıra hakikaten ilginç ve bir o kadar da  hüzünlü..

İnsanın gözlerinin dolmaması mümkün değil!

Hele hele bugünlerde “Oralar da bizden bir parça” diyerek üzerinde büyük bir titizlikle durduğumuz Musul -Halep- olayını yaşarken, bu hatırayı bu satırlarda sizlerle paylaşmak istedim.

Çünkü oralara kayıtsız kalamayacağımız gerçeğinin ta kendisini anlatıyor aslında..

Anlatıyor Bardakçı..

***

Mevki: Kudüs.

Mekân: Mescid’ül Aksa

Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma. 

Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımıyla bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi, Mescid’ül Aksa'nın önüne kavuşturur.

Miraç mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıblemize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 Bin Şamdanlı Avlu” derler oraya. 

Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü henüz devlete katmıştır da ortalık artık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar.

Kendisi ve bütün ordu beraber.

Şamdanları yakarlar.

Tam 12 bin şamdan...

O isim oradan kalmadır.

Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

Onu o merdivenin başında gördüm.

İki metreye yakın bir boy...

İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi...

Palto?

Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?

Değil.

Öyle bir  şey işte.  Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi?

Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı...

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.

Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.

“Kim bu adam?” dedim.

Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz, kimseye bakmaz, kimseyi görmez.”

Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım.

“Selâmünaleyküm baba” dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

- Aleykümüsselâm oğul.

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

- Kimsin sen, baba dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız.

9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

- Ben dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden...

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım.

Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi... Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim edem mi?

- Elbette, dedim, buyur hele...

Konuştu:

- Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki...

- Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. ‘Tekmilim tamamdır kumandanım’ dedi” dersin.

Sonra yine dineldi. Taş kesildi.

Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başındaydı. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.

Hasan Onbaşı bizdendi. 

O halde unutulmak kaderiydi.

Öyle de oldu zaten.

O ki göklere baş vermiş bir ulu selvi idi.

Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük.

Biz sadece unuturduk.

Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas manayı da unutmuştuk.

***

Bardakçı böyle anlatıyordu..

İnsanın gözlerinin dolmaması mümkün mü?

Sevgili okurlar  söyleyeceğim şu ki bu milletin tarihi sadece bu ülke coğrafyası ile sınırlı değil..

İşte bugün Hasan Onbaşı’ları, Mescid-ül Aksa’yı, Musul’u, Halep’i, Kerkük’ü hatırlayan ve hatırlatan bir devlet yönetimi var..

Musul bizim sorunumuzdur..

Halep bizim ana meselelerimizden birisidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Misak-ı Milli hatırlatması milletin duygularıdır da.

Gazi Mustafa Kemal Misak-ı Milli’nin sınırlarını 1920 ve 1923’te çizmiş ve şöyle açıklamıştır: ‘Bu hudut İskenderun Körfezi’nin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Cerablus Köprüsü’nün güneyinde Fırat Nehri’ne ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.’

Şimdi anlaşıldı mı niye Musul, niye Kerkük, niye Halep?

Recep Tayyip Erdoğan niye gerekeni yapıyor diye.,.

Şu bir gerçek ki..

Musul, Halep ve Kerkük  fiziken değilse bile vicdanen, kalben ve manen vatandır, Türk milleti olarak Türkü, Türkmen i, Arap' ı, Çerkez’i , Kürdü, Arnavut'u, Avşar''ı, Boşnak'ı, Oğuzu vatanın gözü yaşlı parçalarıdır. Buralarda hangi taşı kaldırsak altından Türk  milleti çıkar. Sinesi Türk milleti diye inler, Türk milletinin  ahlak ve hasretini şakır şakır dile getirir.

O nedenledir k  Türk milleti bütün bu kimlikleri  kelimetullah altında  bir bütün  olarak ortaya koymuştur.

Son yazımda da belirtmiştim.

Türk sadece Türk değildir..

Türkiye sadece bugünkü toprakları değildir.

Bugün oralara ABD’ lisi, İngiliz’ i, Fransız’ ı, Alman’ı gelecek, biz gelmeyeceğiz öyle mi?

Dün olduğu gibi bugünde,  Musul’a girenler emperyalist iştahlarını tatmin edecek, ne var ne yok sömürecek, biz de hiç  oralı olmayacağız..

Öyle mi?

İstenen  bu mudur..

Yok ya..

Kerkük Türk milletidir, Musul, Telafer Türk milletinin öz yurdudur. Bize hiç kimse ne işiniz var Musul’da,Halep’ de diyemez.

O yurtlarımızı, kardeşlerimizi kaderi ile baş başa bırakamayız..

Şu iyi bilinmeli..

Misak-i Milli’mizde muavyen ve müsbet hat yoktur. Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz hat, hatt-ı hudut olacaktır.

O nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünya karşısında ‘Burada bizim için bir tarih yatıyor. Beyefendiler arzu ederlerse, Misakı Milli'yi okurlar, daha iyi anlarlar. Şu anda bizim Musul'da kardeşlerimiz var. Araplar, Türkmenler, Kürtler. Bizim burada kesinlikle duyarsız olmamız mümkün değil. Biz orada masada olacağız ‘şeklinde haykıran kararlılığını bu büyük millet adına ayakta alkışlıyorum.

Recep Tayyip Erdoğan’ın Musul-Halep ve Kerkük’e bakışı Yavuz’un şu sözünü anlatır..

“Biz bunca meşakkate alkış uğruna katlanmadık, halis niyetimiz rızayı ilahidir..”

Bakın..

Kerkük Kalesi’ndeki Osmanlı Subayları mezarlığında ne yazar;

“Bağrında yattıkları toprak, gurbet değil vatandır”

İşte Türk milleti için sözün bittiği yer budur..